12 Haziran 2014 Perşembe

82-BUDALA-DOSTEYEVSKİ-12.06.2014

Dostoyevski bu eserinde, sara hastası bir genç adamın merkezine yerleştirdiği bir dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarına değinmekte ve toplumun ne kadar da iki yüzlü bir sistem üzerine dayanarak ayakta durduğunu gözler önüne sermektedir. Böyle bir dünyada dürüst olmak "budala" olmaktır. Roman bir Dostoyevski klasiği olarak son derece akıcı ve derindir. Gerilmeler ve boşalmalarla yüklü psikolojik ögelerin ağırlıklı olduğu bir eserdir. Dostoyevski burada ideal erkek tipini çizmek istemiştir. 19. yüzyıl ortalarında geçen romanın kahramanı Prens Lev Nikolayeviç Mişkin, saralıdır. Tedavi gördüğü İsviçre'den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Petersburg'da kendisiyle uzaktan akraba olan Lizaveta Prokovyevna'yı ve General olan eşini görmek üzere Yepançinlere gider. Burada generalin üç kızı, Aglaya, Adelaida ve Aleksandra ile de tanışır. Prens, ilginç kişiliği ile aileyi ve Petersburg'da tanıştığı diğer insanları etkiler. Dostoyevski bu kitabında, özellikle üçüncü bölümden sonra hissedilmeye başlanan, toplum hakkındaki düşüncelerine ve eleştirilerine de yer verir. Rusların aslında bir vatan anlayışının bulunmadığını, bu yüzden her şeye sonuna kadar inanabildiğini ileri sürer. Bu da akıllara Rusların inançsızlığa bile sonuna kadar inanabilecek garip insanlar olduğu kanısını getirir. Kitap her ne kadar aşk romanı olarak anılsa da aynı zamanda Rus toplumu hakkında yerinde eleştiriler içerir. Budala'da aynı zamanda hemen hissedilir bir hiyararşik düzen anlatılmıştır. Rusya'yı üç gruba ayıran yazar bunları kaymak tabakası, bu tabakaya yükselmeye çalışan ve kaymak tabakadan birçok tanıdığı olan orta tabaka ve bu iki tabakanında hor görüp beğenmediği bir tabaka olan en alt tabaka olarak adlandırır. Romandan örnek vermek gerekirse, Yepançinler'in bir nevi bakıcılığını üstlenmiş olan Moskovalı Belonskayalar en üst tabakayı, Yepançinler orta tabakayı ve İppolit, Lebedev gibileri de en alt tabakayı oluşturur. İsa ahlakının parodisi olarak da görülebilecek bir ahlak anlayışına sahip peygamberimsi bir kahraman olan Prens Mişkin'in yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mişkin, tam bir saflık ve masumiyet içerisinde olup aynı zamanda Dostoyevski'nin ifadesiyle hastalık derecesinde dünya nimetlerinden ve hırslarından kopmuş bir budalalık içerisinde yaşamaktadır. Sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zekâ sahibidir. Çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. Kendisi de saralı olan Dostoyevski, romanının kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. Prens Mişkin'in anıları, aslında Dostoyevski'nin anılarıdır. Prens Mişkin'in romanının bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski'nin başından geçmiş bir olaydır. Budala, Dostoyevski'nin dört büyük romanından biridir. Dostoyevski'nin en unutulmaz kadın kahramanı olarak kabul edilen Nastasya Filopovna, ünlü Rus romancının, Prens Mişkin'in kişiliğinde vermek istediği güçlü aşkın yöneldiği kişilerden biridir. Nastasya Filippovna güzelliğin, baştan çıkarıcılığın, olgun kadınlığın, hafifmeşrepliğin simgesidir. Filippovna bütün bu yönlerinin bilincinde olan ve zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran gizli bir utancı taşıyan bir karakter olarak Dostoyevski'nin diğer kadın karakterlerinden ayrılır. Romanın bir diğer ilginç kadın kahramanı Aglaya İvanovna da gençliğin, duyarlılığın ve zekânın sembolüdür.

5 Haziran 2014 Perşembe

81-KUZULARIN SESSİZLİĞİ-THOMAS HARRIS-05.06.2014

Hannibal Lecter'i zihninizin sarayına davet edin ki onunkine davet edilesiniz. Saraylarınızın arasıdaki benzerliğe bakın rüyalarınızın yüksek kubbeli odalarına, gölgelerin dolaştığı koridorlara, içine girmeye cesaret edemediğiniz bodruma, müziğe ve duvarın arkasından gelen boğuk çığlıklara. Son on yılın büyük bir heyecanla en çok beklenen kitaplarından biri olan bu yapıtta, Thomas Harris bir kez daha bizi, seri cinayetler işleyen bir katilin, sinsice gelişen kötülüklerin, psikolojik belirsizliklerin gövde gösterisine davet ediyor. Dr. Hannibal Lecter'in hücresinden kaçışının, Özel Ajan Clarice Starling'in en yüksek güvenlik önlemlerinin alındığı tehlikeli deliler hastanesinde onunla görüşmesinin üzerinden yedi yıl geçmiştir. Dr. Lecter, ihtiyatsız bir dünyanın keyfini çıkarıp elini kolunu sallaya sallaya tarifsiz zevklerinin peşinde dolaşmaktadır. Ama Starling, Dr. Lecter ile karşılaşmasını unutmamıştır ve onun nadiren kullandığı paslı sesi rüyalarında yankılanmaya davet etmektedir. Mason Verger de Dr. Lecter'ı unutmamıştır, üstelik intikam onda bir saplantı haline gelmiştir. Mason, Dr. Lecter yüzünden bir soluk makinesine bağlı olarak yaşamak zorundadır. Yine de dünya ölçeğinde ördüğü ağda en küçük bir kıpırtıyı bile fark edebilmektedir. Mason sonunda Dr. Lecter'ı nasıl tuzağına düşüreceğine karar verir. Dünyanın en zarif ve en masum görünüşlü yemini sunacaktır ona.

2 Haziran 2014 Pazartesi

80-SAYILAR-RACHEL WARD-01.06.2014

Paul Nizan, “Fesat” adlı romanında, “Gençler pek ender sözünü etseler de, sözünü etmekten utansalar da, ölümü herkesten fazla ve sabırla düşünürler” diye yazmıştı. İngiltere’nin önde gelen gençlik romanı yazarlarından Rachel Ward da “Sayılar” adlı romanında gençlerin sözünü etmekten utandıkları ölümü işlemiş. İnsanların yüzlerine baktığı zaman ölüm tarihlerini görebilen 15 yaşındaki bir genç kızın iç dünyasından ölümü sorgulayan romanın ikinci cildi yayımlandı bugünlerde. Sırrıyla yaşıyor Romanın başkahramanı ve anlatıcısı olan Jem; babasını hiç tanımamış, eroin bağımlısı bir fahişe olan annesini de yedi yaşındayken kaybetmiş bir genç kız. İçe kapanık sessiz bir yaşam süren Jem’in büyük bir sırrı vardır ve o sırla nasıl yaşayacağını bilemediği için de şehrin ıssız yerlerinde huzur bulmaktadır. Jem’in sırrı, doğuştan gelen doğaüstü bir yetenektir. İnsanların yüzlerine bakınca gördüğü sayılara önceleri bir anlam veremeyen Jem, sonradan bu sayıların ölüm tarihleri olduğunu keşfeder. Yüzüne baktığı insanın ne zaman öleceğini bilen Jem, gördüğü sayıları kimseye anlatmaz. Rachel Ward, bu sıradışı genç kızın iç dünyasından bize bir hayat tasviri sunar önce. Herkes bir gün öleceğini bilse de ölümü düşünmeden yaşamaya çalışırken; Jem insanlara baktıkça, zihninde beliren sayılar yüzünden ölümle her zaman yüz yüze bir hayat sürmektedir. Ama onun bu yalnızlığı pek uzun sürmez. Kendisinden farklı nedenlerden de olsa, insanlar tarafından dışlanmış bir başka genç olan Örümcek lakaplı Terry, bir kere peşine takılmıştır. Romandaki olaylar, okuldan uzaklaştırma cezası alan Jem’le Örümcek’in Londra’da gezintiye çıkmasıyla başlar aslında. Avrupa’nın en yüksek dönme dolabı olan London Eye’a giderler. Jem, orada bulunan insanların yüzlerinde hep aynı sayıları görünce paniğe kapılıp, Örümcek’i de peşinden sürükleyerek oradan kaçmak ister. Onlar oradan uzaklaşınca da, London Eye’da büyük bir patlama olur. Kameralar, patlamadan kısa bir süre evvel kaçan bu iki tuhaf genci kaydettiği için polis, Jem ve Örümcek’i saldırıyı gerçekleştirenler zanneder ve büyük bir kovalamaca başlar. Gençliğin umursamazlığı Romanın bundan sonrası hakkında bilgi vererek, sürprizleri bozmak iyi olmayacak. Ama London Eye’daki patlamadan sonra Jem ve Örümcek’in yaşadığı serüven, Godard’ın “Serseri Aşıklar” ya da Arthur Penn’in “Bonnie ve Clyde” filmini çağrıştıran bir aşkı da işin içine karıştırıyor. Üstelik peşlerinde sadece polis de yok. Tüm bu serüvenin can alıcı noktası ise, Jem’in âşık olduğu Örümcek’in öleceği tarihi bilmesidir. Jem, Örümcek’in ölüm tarihini değiştirebilecek mi? Sahip olduğu doğüstü yeteneği, daha ne kadar insanlardan saklayabilecek? Jem’in iç dünyasından olup biteni izlerken, ölüme ve aşka başka bir açıdan bakıp, özellikle ‘kader’in varlığını sorgularken buluyor insan kendisini. Kader diye bir şey var mı? Varsa eğer, insan kendisinin ya da başkasının kaderini değiştirebilir mi? Jem’in kaderciliği, aslında günümüz gençliğinin ‘umursamaz’lığına dair eleştirileri de anımsatıyor. Jem, ruh halini şöyle tanımlıyor romanın bir yerinde: “Durgun, boş, kocaman bir yükün altında ezilmiş.”