26 Aralık 2014 Cuma

101-VEBA-ALBERT CAMUS-25.12.2014

Veba bilinmeyen bir yılda, cezayir'in oran şehrinde kendini gösteren korkunç bir hastalık hikayesini anlatır. Fareler yavaş yavaş lağımlardan sokaklara taşınıp burada ölmeye başladıktan sonra, bölgedeki insanlar büyük acılarla ölmeye başlar. Karakterlerin- bir gazeteci, bir doktor ve bir rahip- vebanın uyanışı sırasında insanlıkla değişik şekillerde yüzyüze gelmeleri de kitabın içindeki derslerden sadece biridir. Kitabın bir çok kez ele alınması gerekir çünkü veba'daki karışıklık dünya çapında hem geçmişteki hem de gelecekte olabilecek yıkımları temsil etmekte ve bunun sonucunda tüm bu olanlar karşısında insanların hayatta kalmak için zor seçimler yapması gerektiğini anlatmaktadır.

24 Aralık 2014 Çarşamba

100-BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ-GOGOL-24.12.2014

Bir Delinin Hatıra Defteri Nikolay Vasilyeviç Gogol Çeviren: Nihal Yalaza Taluy Varlık Yayınları Ocak 1996. Kitapta üç öykü bulunmaktadır : Bir Delinin Hatıra Defteri, Palto, Burun. Bir Delinin Hatıra Defteri bir günlüktür. Üç öykü de oldukça kısadır. Öykülerde sürekli memuriyetten bahseden Gogol'un hayatını araştırdığımızda hiç şaşırmayacağımız bilgiler çıkıyor karşımıza. "Nikolay Vasilyeviç Gogol (31 Mart 1809 - 4 Mart 1852) gerçekçi Rus roman ve oyun yazarı. En çok tanınan eseri Ölü Canlar'dır. Gogol orta halli toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da Soroçinski Köyü’nde dünyaya gelir. Gogol’un çocukluğu köy hayatı ile ve yoğun Kazak kültürü etkisinde geçer. Bu hayatın etkisi ileride yazacağı eserlere de yansıyacaktır. Gogol, gençlik yıllarında şiir ve edebiyata ilgi duyar. 1828'de Petersburg’a gider. Orada memur olmayı ve bir şekilde geçinmeyi umar ancak işler umduğu gibi gitmez. Gogol, Petersburg’dan Almanya’ya gider ancak orada da parası bitene kadar kalabilir. Tekrar Petersburg’a dönüp iş arayan Gogol bu sefer çok düşük bir maaşla da olsa devlet memuru olarak çalışmaya başlar. Bu görevden de bir sene sonra ayrılır." İlk öykü Bir Delinin Hatıra Defteri'nde 7. derece bir memurun, sıradanlıktan, sınıfsal farklılıklardan akli dengesini yitirmesi , memurun kendi ağzından anlatılıyor. Elbette bir eser pek çok farklı biçimlerde yorumlanabilir, ancak bir öğrenci olarak üç öyküde de memuriyetten fazlaca bahsedilmesi ister istemez ilk öyküyü yorumlarken de dikkatimizi memuriyete çekiyor. Memur İvanoviç'in yaşantısında patronun kızına aşık olması, patronunun köpeğinin mektuplarını alıp patronun kızını öğrenmek istemesi kitabın başlığında söz edilen "deli" kısmını bize yansıtıyor. Burda İvanoviç'teki tuhaflığı sınıf ayrımından dolayı olduğunu düşünebiliriz. Patronu kızını generallerle evlendirme düşüncesindeyken zaten yaşantısından memnun olmayan İvanoviç iyice kafayı sıyırır ve gittikçe daha da kötüye gider, değiştirmesinin neredeyse olanaksız olduğunu durumlarla zihninde sorunlar yaratır çözmeye çalışır, lakin çözemez, işte bu sırada kendini yeni İspanya kralı olduğuna inandırır. Ve dönemin akıl hastalarına yapılan işkencelerine maruz kalır. Oysaki zavallı İvanoviç'in standart , sıradan bir yaşantısı vardı... PALTO Öykümüzün baş kahramanı yine bir 7. derece memur Akaki Akakiyeviç. Akaki Akakiyeviç işinde gücünde alaylara, etrafına pek aldırmayan bir adam. Yaşamı aabartılı bir şekilde memurluğu üzerine kurulu ne ev ne mal mülk peşinde değil. Üstünü başını umursamayan, eskisi iş görmez hale gelene kadar yenisini almıyor. Ne var ki paltosu çok eskimiş, yeni palto pahalı; lakin terzisi eskiyi tamir edemeyince mecburen yeni palto için para biriktirmeye başlıyor. Ve şansı yaver gidince iyi bir palto alıyor Akaki Akakiyeviç tekdüze, tek amacı memuriyetinin hakkını vermek olan Akakiyeviç yeni paltoyla hayatına adeta yeni bir heyecan getiriyor. Arkadaşları Akakiyeviç'in yeni paltosuna şaşırıyorlar, sevincine ortak olmak için onu kutlamaya davet ederler. Onların yaşantısı pekte Akakiyeviç'e göre değildir. Kutlamadan dönerken Akakiyeviç'in paltosunu çalarlar.Akakiyeviç paltosunu arar, sözü geçen kişilere gider yardım ister, polise gider lakin bir işe yaramaz. Paltosu alındığı akşam soğuktan perişan hale gelen Akakiyeviç ölür ve sonra zavallı memur Akakiyeviç'in arkasından hikayeler anlatılır. Zavallı Akakiyeviç'in hortlağının palto çaldığına dair hikayeler anlatılır. Yaşamında işini iyi yapmaktan başka bir amacı olmayan Akakiyeviç'e yeni bir palto iyi şeyler getirmez, lakin hikayenin üzerinde düşündüğümüzde zavallının yapabilecek pekte birşeyi olmadığını görürüz. BURUN Gogol'un bu öyküsü daha gerçeküstü ve eğlenceli bir üslupla yazılmıştır. Öyküde burnunu kaybeden 9. derece Kovalev adında bir memurun hikayesi anlatılmaktadır.Gogol bu öyküde 9. derece memurun burnunun bir sabah berberi İvan'ın ekmeğinin içinden çıkar memur burnunu arar, lakin bulamaz. Burun 6. derece memur kılığında sokaklarda dolaşmaktadır. Burnunu yakaladığında ise burnu yerine yapışmaz. Bir sabah hiçbir şey olmamış gibi Kovalev burnunu yerinde bulur.

11 Aralık 2014 Perşembe

99-AZİZLER VE ALİMLER-TERRY EAGLETON-11.12.2014

1916'da, İrlanda'nın batı kıyısında bir kulübede, sıradışı kaçaklar biraraya gelmiştir. Ludvvig VVittgenstein, İngiliz dargörüşlülüğünden yorgun, felsefeden ise tamamen bitap düşmüş bir halde Cambridge'den kaçmıştır. Yol arkadaşı Mihail Bahtin, Rus devrimci hiziplerinin tartışmalarından gına getirip, kendini oburluğa adamıştır. Onlar yüksek meseleler hakkında komik gevezelikler ederlerken, kulübeleri İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun lideri James Connolly ile Joyce’un "Ulysess" romanından kaçıp gelen Leopold Bloom tarafından basılır. Ve aralarında, devrimden felsefeye, hayattan boşvermişliğe, itişli kakışlı, bol küfürlü ve ortalığa harika fikirlerin saçıldığı bir muhabbettir başlar... Terry Eagleton'ın yazdığı tek roman olan "Azizler ve Âlimler", anekdotlar, idealler, kavramlar, kültürler ve St. Petersburg, Viyana ve ('hiçbir şeyin başkenti') Dublin gibi çalkantılı şehirler arasında gezinen keyifli ve oyuncul bir 'fikir romanı'dır.

98-YENİ ATLANTİS-FRANCIS BACON-07.12.2014

Francis Bacon’ın ‘Yeni Atlantis’i, Thomas More’un ‘Ütopya’ Campanella’nın ‘Güneş Ülkesi’ veya Platon’un ‘Devlet’ isimli ütopyaları gibi önemli bir ideal devlet teorisi. Francis Bacon, I. Elizabeth’in adalet bakanı Nicholas Bacon’ın oğlu olarak dünyaya geldi. 1561 yılıydı. Bacon, on iki yaşında Cambridge’e girdi, hukuk eğitimini sürdürdüğü üniversitenin daha ilk yıllarında Aristo felsefesiyle (Skolâstik felsefeyle) tanıştı ve ardından bu felsefeye karşıt fikirler geliştirdi. Aristo felsefesini yararsız buluyordu. Henüz Yeni Çağ’ın yetiştirdiği en önemli filozoflardan biri olacağı bilinmiyordu, fakat Bacon, felsefesinin temeline bilimi oturtmuştu bile. Hukuk kariyeri boyunca aynı zamanda siyasi kariyerini de ilerletmek çabasındaydı. Onun kafasında, geliştirdiği düşünce disiplini doğrultusunda yeni bir devlet modeli oluşmaya başlamıştı; ideal olan devlet, doğayı deneyle kavrayıp insanların yararına kullanacak olandı. Bacon, bilimlerin düzenlemesini yapmak, insanlığın şiddetle gerek duyduğuna inandığı yeni bir tutum ve yöntembilimi geliştirmek amacıyla dev bir çalışmaya başlamak istedi. Ne var ki bu çalışmanın yalnızca birkaç taslağını ve birkaç parçasını yayımlayabildi; The Advancement of Learning (Bilimin İlerlemesi), Novum Organum (Yeni Organon) ve kafasındaki ideal devlet düzenini anlattığı yapıtı Yeni Atlantis. Yeni Atlantis ismini duyunca, aklımıza hemen bir soru geliyor: Batık uygarlık Atlantis efsanesi ile nasıl bir bağlantısı var? Hikâye, yanlarına on iki ay yetecek kadar erzak alarak Peru’dan, Çin’e ve Japonya’ya gitmek üzere yola çıkan keşif heyetinin, erzaksız ve mahvolmuş bir şekilde denizin ortasında mahsur kalmasıyla başlıyor. Yollarını kaybeden tayfa bir yandan hastalıklarla boğuşurken, bir yandan tanrıya dua ediyor. Sonra, mucizevî bir şekilde bir kara parçası görüyorlar ve kendilerini Bensalem adasında buluyorlar ve orayı tanrının aynası olarak betimliyorlar. Tanrısal intikam Ardından, Hıristiyan bir halk olan Bensalem’in nasıl bu dini seçtiği anlatılıyor. Hikâyede Avrupa halklarının Hıristiyanlıkla tanışmasından farklı olarak Bensalem halkı, tanrıyla doğrudan bir münasebet kurarak kutsanıyor ve saf, yorumsuz bir Hıristiyanlığı benimsiyor. Bensalem isminin Jerusalem (Kudüs) ile arasındaki benzerlik ise halkın, tanrının özel olarak seçtiği kutsal halk olduğunu vurguluyor. Bensalem, hikâyede daha önce keşfedilmemiş, gizli bir ada olarak anlatılıyor. Adanın gizli kalmasının tercih ediliş nedenini ise Bacon, batısında Kuzey ve Orta Amerika’nın, doğusunda ise Avrupa ve Kuzeybatı Afrika’nın yer aldığı, zamanla gücünü yanlış amaçlar için kullanmaya başlayan, kendini tanrıyla eş koşan, acımasızlaşan, yerkürenin dengesini bozan ve sonra bir gün, deniz tarafından yutulan batık uygarlık Atlantis’in son buluşu üzerine yaptığı şu yorumla açıklıyor: “… Ama tanrısal intikam onların bu cüretkar girişimlerinin bedelini ödetmekte fazla gecikmedi, çünkü yüz yıl ya da daha kısa bir zaman içinde Büyük Atlantis tümüyle yıkıldı ve gözden kayboldu…” Bu yorum, Yeni Atlantis ismini duyduğumuzda aklımıza takılan o soruya da yanıt vermiş oluyor. Tüm bunlardan sonra Bacon, ‘Salomon evi’ ya da ‘Altı Günlük İşler Okulu’ adını verdiği enstitü modeli üzerinden anlatmaya başlıyor ideal devlet anlayışını. Her cümlesinden anlıyoruz ki Bacon, felsefesinin merkezine bilimi koymuş. Bilimin her yönde gelişmesi gerektiğini savunuyor. İnsana güveniyor, insanı adeta doğadan üstün tutuyor. Orta Çağ’dan hemen sonra yaşamasına rağmen, insanın doğadan üstün çıkacağına emin. Onun ideal devleti, siyasi teorisi, ütopyası tamamen devletin doğayı iyi kullanıp, doğayla akıl arasında bağ kurup, bilgiye ulaşıp insanlar için daha iyiye erişmesi gerekliliği üzerine kurulu. İnsanların her şeye muktedir olduğunun anlaşılmasını, iyi yönetilen bir devletin her şeyin çözümü olacağını ve herkesin bunun için çabalaması gerektiğini savunuyor. Bacon’ın ideal yönetim sisteminin otokrasi olduğunu, yani iktidarın insanlar için en iyiyi, en güzeli isteyen ve hanedan yoluyla değil de belirli muvaffakiyetlerle başa geçmiş tek bir kişinin elinde olması gerektiğini düşündüğünü Yeni Atlantis’te de görebiliyoruz. - See more at: http://www.insanokur.org/?p=348#sthash.eCxltC6k.dpuf

5 Aralık 2014 Cuma

97-STEFAN ZWEIG-SATRANÇ-05.12.2014

Satranç (Orijinal adı: Schachnovelle), Stefan Zweig'in Brezilya'daki sürgünde yazdığı ve en tanınmış eserlerindendir. İlk baskısı 250 adet olarak 1942 yılında Buenos Aires'de çıkan hikâyenin, İngilizce tercümesi 1944'te New York'ta yayımlandı. Satranç, Almanya 'da 1.200.000'den fazla sattı Hikaye New York'tan Buenos Aires'e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır. Bir grup yolcu gemideki kurgusal satranç şampiyonu Mirko Czentovic'i partiye davet eder. İlk partiyi beklendiği gibi rahatlıkla şampiyon kazanır. Yine kaybedilmekte olan rövanş partisinin ortasında, oyuna Dr B. adında bir başka yolcu daha katılır ve bir beraberlik kurtarır. Bunun üzerine yolcular tarafından Czentovic ile Dr.B arasında bir müsabaka organize edilir. Müsabaka başlamadan Dr B. kitapta hikâyeyi anlatana satrancı nasıl öğrendiğini bildirir. Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odanın duvarında asılan montun cebindeki satranç kitabını çalmayı başarmıştır. Kitaptaki kaydedilmiş oyunları satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynamaya baslar. Satranç hücrede sıkıntıdan çıldırmak üzere olan Dr. B'nin hayatını kurtarmıştır. Ancak zamanla ölü nokta dediği kitaptaki bütün oyunları ezbere öğrendikten sonra, kitabı çalmadan önce hücredeki sıkıntıdan yıprandığı konumuna tekrar düşer. Bunun üzerine kafasında yeni partiler icat eder ve şizofrenik tarzda partileri sinir krizi geçirene dek kendi kendine karşı oynamaya başlar. Sonunda hapisten salıverilmiştir. Gemide satranç şampiyonuna karşı ilk müsabakayı kazanır. Dr.B bütün şampiyonların partilerini ezbere bildiğinden Czentovic'in oynayacağı oyunları önceden hesaplıyordur. İkinci müsabaka sırasında Czentovic, karşısındakinin zamanla huzursuzlaştığını fark edince özenle yavaş oynamaya başlar ve Dr.B yine kriz geçirince parti yarıda kalır.

4 Aralık 2014 Perşembe

96-CANDIDE-VOLTAIRE-03.12.2014

Candide, ou l'Optimism, (Candide, ya da iyimserlik) Aydınlanma Çağı'nın ünlü filozofu Voltaire'in 1759'da yazdığı Pikaresk türünde olan en önemli yapıtlarından biridir. Voltaire eserini dünyadaki acıların birer zorunluluk olduğunu ve Tanrının bundan daha iyi bir dünya yaratmasının mümkün olmadığını ileri süren Leibniz'in "mümkün dünyaların en iyisi" felsefesini eleştirmek için yazmıştır.[1] Kitapta genç ve her şeyden habersiz Candide, Alman düşünürü Leibniz'in felsefesini temsil eden Pangloss ve sağduyunun temsilcisi olan filozof Martin'le birlikte bütün dünyayı dolaşır. Birçok yerde Candide, hikâyeci Voltaire'in asıl karakterini açığa vuran bir kitap olarak anılmaktadır. Ülkeleri, kralları, ulusların adetlerini ve geleneklerini, kendi çağının insan karakterini alaycı bir yaklaşımla ele alan Voltaire, bu eseriyle kendi döneminin dünyası hakkında dikkate değer bilgiler vermektedir. Kitap, aslında Voltaire'in Candide (Türkçede saf, temiz anlamlarına gelmektedir) adını verdiği kahramanın hayatında başına gelen yarı gülünç yarı trajik olayların anlatıldığı satirik bir eserdir. Bu serüven kitabı, aynı zamanda iyimser dünya görüşüne; “her şey olacağına varır” yaklaşımına olan inanca bir eleştiridir. Kitap toplam 30 bölümden oluşmakta ve her bir bölümde Candide'nin başına gelen olaylar birbirlerine bağlı bir şekilde anlatılmaktadır. Arkadaşları Pangloss ve Martin'le birlikte Almanya'dan Hollanda'ya, İtalya'ya ve sonunda Türkiye'ye kadar giden Candide, bu gezileri sırasında bin bir felaketle karşılaşır. Almanya'da asker olur. Hollanda'da çok büyük aşağılamalara uğrar, öğretmeni Pangloss'u amansız bir hastalığa yakalanmış olarak bulur; Portekiz'de bir engizisyon mahkemesinde acımasız bir cezaya çarptırılır; adam öldürür, Amerika'da yamyam yerliler tarafından yenilmek üzere iken son anda kurtulur; Fransa'da tuzağa düşer ve paralarını çaldırır; İtalya'da taçlarını, tahtlarını yitirmiş altı kralın serüvenlerini dinler ve sonunda Türkiye'de, yaşamanın ne demek olduğunu öğrenir. Başından geçen onca olaya rağmen filozof Pangloss'un dediklerine uyarak her şeyin "iyi" olduğuna inanır ve bu düşüncesinden ancak Türkiye'de vazgeçer. Ona yaşamın amacını, yaşamın anlamını Türkiye'de tanıdığı bir dervişin "bahçemizi yetiştirelim" sözü öğretir. O zaman Candide, bunca zamanını boşuna geçirdiğini anlar, bin bir felaketten sonra bir araya toplanan hikâyenin kahramanlarına birer iş verir, hepsini bir uğraşa kavuşturur ve bahçesini yetiştirir. Candide, kitabın ana karakteridir. Baron Thunder-ten Tronckh'un şatosunda yaşayan Candide'in başına gelecekte birçok olay gelecektir. Pangloss, Candide'in şatodaki hocasıdır. Nedensiz sonuç olmayacağına, her şeyde iyi bir taraf olduğuna ve olayların başka türlü olamayacağına inanır. Çünkü Pangloss'a göre her şeyin bir amacı vardır o halde her şeyin en iyi amaç için olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Pangloss'un bu felsefesine kitapta sıkça rastlamak mümkündür. Genel olarak eser, bir hikâye olmasına rağmen bu felsefeyi tartışır ve kitapta çok önemli bir yere sahiptir. Cunegonde, Candide'in sevgilisidir. Baron'un kızıdır. Onun da Candide gibi serüven dolu bir hayatı vardır. Candide ile yolları bazen ayrı düşecek, bazen de hiç olmadık yerde tekrar bir araya geleceklerdir. Jacques, Cacambo, Martin, Paquette, Papaz Giroflee de hikâyede sonradan yer almışlardır. Ayrıca sonradan bir yaşlı kadın onlara Hollanda'da yardım eder.

3 Aralık 2014 Çarşamba

95- KUANTUM TEORİSİ FELSEFE VE TANRI-CANER TASLAMAN-30.11.2014

Kuantum teorisi evren anlayışımızda hangi köklü değişiklikleri yapmıştır? Kuantum teorisine dayanılarak 'doğanın teolojisi' nasıl yapılabilir? Bu teorinin ortaya konulmasının sonucunda Kanî'm, Spinoza'nın, Leibniz'in felsefelerinde hangi düzeltmelerin yapılması gerekmektedir? Jeolojik fikirler arasındaki tercihte bilimin rolü nedir? Metafizik tercihler, kuantum teorisi nin yorum lanışında ne tür farklar oluşturmaktadır? Tamamlayıcılık İlkesi ve Belirsizlik İlkesi hangi farklı şekillerde anlaşılabilir? Bu teoriyle ortaya çıkan indeterminizm ontolojik mi, epistemolojik midir? Evrende 'ontolojik şans' var mıdır? Bohr'la Einstein arasındaki tartışmanın galibi kimdir? Schrödinger'in kedisiyle ne anlatılmak istenmiştir? Doğa yasalarının ontolojik statüsüne ne gibi farklı yaklaşımlar vardır? Tanrısal etkinlik, kuantum belirsizliklerinin belirlenmesi olarak değerlendirilebilir mi? Kuantum teorisi mucizeler, özgür irade ve kötülük sorunu hakkında binlerce yıldır yapılan tartışmalara yeni açılımlar getirebilir mi? Bunlar ve benzeri daha pek çok soruya bu kitapta cevap veriliyor. Kuantum teorisinin felsefi ve teolojik açıdan ele alınmasını önemli bulanlara bu kitabı mutlaka tavsiye ediyoruz.