26 Aralık 2014 Cuma

101-VEBA-ALBERT CAMUS-25.12.2014

Veba bilinmeyen bir yılda, cezayir'in oran şehrinde kendini gösteren korkunç bir hastalık hikayesini anlatır. Fareler yavaş yavaş lağımlardan sokaklara taşınıp burada ölmeye başladıktan sonra, bölgedeki insanlar büyük acılarla ölmeye başlar. Karakterlerin- bir gazeteci, bir doktor ve bir rahip- vebanın uyanışı sırasında insanlıkla değişik şekillerde yüzyüze gelmeleri de kitabın içindeki derslerden sadece biridir. Kitabın bir çok kez ele alınması gerekir çünkü veba'daki karışıklık dünya çapında hem geçmişteki hem de gelecekte olabilecek yıkımları temsil etmekte ve bunun sonucunda tüm bu olanlar karşısında insanların hayatta kalmak için zor seçimler yapması gerektiğini anlatmaktadır.

24 Aralık 2014 Çarşamba

100-BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ-GOGOL-24.12.2014

Bir Delinin Hatıra Defteri Nikolay Vasilyeviç Gogol Çeviren: Nihal Yalaza Taluy Varlık Yayınları Ocak 1996. Kitapta üç öykü bulunmaktadır : Bir Delinin Hatıra Defteri, Palto, Burun. Bir Delinin Hatıra Defteri bir günlüktür. Üç öykü de oldukça kısadır. Öykülerde sürekli memuriyetten bahseden Gogol'un hayatını araştırdığımızda hiç şaşırmayacağımız bilgiler çıkıyor karşımıza. "Nikolay Vasilyeviç Gogol (31 Mart 1809 - 4 Mart 1852) gerçekçi Rus roman ve oyun yazarı. En çok tanınan eseri Ölü Canlar'dır. Gogol orta halli toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da Soroçinski Köyü’nde dünyaya gelir. Gogol’un çocukluğu köy hayatı ile ve yoğun Kazak kültürü etkisinde geçer. Bu hayatın etkisi ileride yazacağı eserlere de yansıyacaktır. Gogol, gençlik yıllarında şiir ve edebiyata ilgi duyar. 1828'de Petersburg’a gider. Orada memur olmayı ve bir şekilde geçinmeyi umar ancak işler umduğu gibi gitmez. Gogol, Petersburg’dan Almanya’ya gider ancak orada da parası bitene kadar kalabilir. Tekrar Petersburg’a dönüp iş arayan Gogol bu sefer çok düşük bir maaşla da olsa devlet memuru olarak çalışmaya başlar. Bu görevden de bir sene sonra ayrılır." İlk öykü Bir Delinin Hatıra Defteri'nde 7. derece bir memurun, sıradanlıktan, sınıfsal farklılıklardan akli dengesini yitirmesi , memurun kendi ağzından anlatılıyor. Elbette bir eser pek çok farklı biçimlerde yorumlanabilir, ancak bir öğrenci olarak üç öyküde de memuriyetten fazlaca bahsedilmesi ister istemez ilk öyküyü yorumlarken de dikkatimizi memuriyete çekiyor. Memur İvanoviç'in yaşantısında patronun kızına aşık olması, patronunun köpeğinin mektuplarını alıp patronun kızını öğrenmek istemesi kitabın başlığında söz edilen "deli" kısmını bize yansıtıyor. Burda İvanoviç'teki tuhaflığı sınıf ayrımından dolayı olduğunu düşünebiliriz. Patronu kızını generallerle evlendirme düşüncesindeyken zaten yaşantısından memnun olmayan İvanoviç iyice kafayı sıyırır ve gittikçe daha da kötüye gider, değiştirmesinin neredeyse olanaksız olduğunu durumlarla zihninde sorunlar yaratır çözmeye çalışır, lakin çözemez, işte bu sırada kendini yeni İspanya kralı olduğuna inandırır. Ve dönemin akıl hastalarına yapılan işkencelerine maruz kalır. Oysaki zavallı İvanoviç'in standart , sıradan bir yaşantısı vardı... PALTO Öykümüzün baş kahramanı yine bir 7. derece memur Akaki Akakiyeviç. Akaki Akakiyeviç işinde gücünde alaylara, etrafına pek aldırmayan bir adam. Yaşamı aabartılı bir şekilde memurluğu üzerine kurulu ne ev ne mal mülk peşinde değil. Üstünü başını umursamayan, eskisi iş görmez hale gelene kadar yenisini almıyor. Ne var ki paltosu çok eskimiş, yeni palto pahalı; lakin terzisi eskiyi tamir edemeyince mecburen yeni palto için para biriktirmeye başlıyor. Ve şansı yaver gidince iyi bir palto alıyor Akaki Akakiyeviç tekdüze, tek amacı memuriyetinin hakkını vermek olan Akakiyeviç yeni paltoyla hayatına adeta yeni bir heyecan getiriyor. Arkadaşları Akakiyeviç'in yeni paltosuna şaşırıyorlar, sevincine ortak olmak için onu kutlamaya davet ederler. Onların yaşantısı pekte Akakiyeviç'e göre değildir. Kutlamadan dönerken Akakiyeviç'in paltosunu çalarlar.Akakiyeviç paltosunu arar, sözü geçen kişilere gider yardım ister, polise gider lakin bir işe yaramaz. Paltosu alındığı akşam soğuktan perişan hale gelen Akakiyeviç ölür ve sonra zavallı memur Akakiyeviç'in arkasından hikayeler anlatılır. Zavallı Akakiyeviç'in hortlağının palto çaldığına dair hikayeler anlatılır. Yaşamında işini iyi yapmaktan başka bir amacı olmayan Akakiyeviç'e yeni bir palto iyi şeyler getirmez, lakin hikayenin üzerinde düşündüğümüzde zavallının yapabilecek pekte birşeyi olmadığını görürüz. BURUN Gogol'un bu öyküsü daha gerçeküstü ve eğlenceli bir üslupla yazılmıştır. Öyküde burnunu kaybeden 9. derece Kovalev adında bir memurun hikayesi anlatılmaktadır.Gogol bu öyküde 9. derece memurun burnunun bir sabah berberi İvan'ın ekmeğinin içinden çıkar memur burnunu arar, lakin bulamaz. Burun 6. derece memur kılığında sokaklarda dolaşmaktadır. Burnunu yakaladığında ise burnu yerine yapışmaz. Bir sabah hiçbir şey olmamış gibi Kovalev burnunu yerinde bulur.

11 Aralık 2014 Perşembe

99-AZİZLER VE ALİMLER-TERRY EAGLETON-11.12.2014

1916'da, İrlanda'nın batı kıyısında bir kulübede, sıradışı kaçaklar biraraya gelmiştir. Ludvvig VVittgenstein, İngiliz dargörüşlülüğünden yorgun, felsefeden ise tamamen bitap düşmüş bir halde Cambridge'den kaçmıştır. Yol arkadaşı Mihail Bahtin, Rus devrimci hiziplerinin tartışmalarından gına getirip, kendini oburluğa adamıştır. Onlar yüksek meseleler hakkında komik gevezelikler ederlerken, kulübeleri İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun lideri James Connolly ile Joyce’un "Ulysess" romanından kaçıp gelen Leopold Bloom tarafından basılır. Ve aralarında, devrimden felsefeye, hayattan boşvermişliğe, itişli kakışlı, bol küfürlü ve ortalığa harika fikirlerin saçıldığı bir muhabbettir başlar... Terry Eagleton'ın yazdığı tek roman olan "Azizler ve Âlimler", anekdotlar, idealler, kavramlar, kültürler ve St. Petersburg, Viyana ve ('hiçbir şeyin başkenti') Dublin gibi çalkantılı şehirler arasında gezinen keyifli ve oyuncul bir 'fikir romanı'dır.

98-YENİ ATLANTİS-FRANCIS BACON-07.12.2014

Francis Bacon’ın ‘Yeni Atlantis’i, Thomas More’un ‘Ütopya’ Campanella’nın ‘Güneş Ülkesi’ veya Platon’un ‘Devlet’ isimli ütopyaları gibi önemli bir ideal devlet teorisi. Francis Bacon, I. Elizabeth’in adalet bakanı Nicholas Bacon’ın oğlu olarak dünyaya geldi. 1561 yılıydı. Bacon, on iki yaşında Cambridge’e girdi, hukuk eğitimini sürdürdüğü üniversitenin daha ilk yıllarında Aristo felsefesiyle (Skolâstik felsefeyle) tanıştı ve ardından bu felsefeye karşıt fikirler geliştirdi. Aristo felsefesini yararsız buluyordu. Henüz Yeni Çağ’ın yetiştirdiği en önemli filozoflardan biri olacağı bilinmiyordu, fakat Bacon, felsefesinin temeline bilimi oturtmuştu bile. Hukuk kariyeri boyunca aynı zamanda siyasi kariyerini de ilerletmek çabasındaydı. Onun kafasında, geliştirdiği düşünce disiplini doğrultusunda yeni bir devlet modeli oluşmaya başlamıştı; ideal olan devlet, doğayı deneyle kavrayıp insanların yararına kullanacak olandı. Bacon, bilimlerin düzenlemesini yapmak, insanlığın şiddetle gerek duyduğuna inandığı yeni bir tutum ve yöntembilimi geliştirmek amacıyla dev bir çalışmaya başlamak istedi. Ne var ki bu çalışmanın yalnızca birkaç taslağını ve birkaç parçasını yayımlayabildi; The Advancement of Learning (Bilimin İlerlemesi), Novum Organum (Yeni Organon) ve kafasındaki ideal devlet düzenini anlattığı yapıtı Yeni Atlantis. Yeni Atlantis ismini duyunca, aklımıza hemen bir soru geliyor: Batık uygarlık Atlantis efsanesi ile nasıl bir bağlantısı var? Hikâye, yanlarına on iki ay yetecek kadar erzak alarak Peru’dan, Çin’e ve Japonya’ya gitmek üzere yola çıkan keşif heyetinin, erzaksız ve mahvolmuş bir şekilde denizin ortasında mahsur kalmasıyla başlıyor. Yollarını kaybeden tayfa bir yandan hastalıklarla boğuşurken, bir yandan tanrıya dua ediyor. Sonra, mucizevî bir şekilde bir kara parçası görüyorlar ve kendilerini Bensalem adasında buluyorlar ve orayı tanrının aynası olarak betimliyorlar. Tanrısal intikam Ardından, Hıristiyan bir halk olan Bensalem’in nasıl bu dini seçtiği anlatılıyor. Hikâyede Avrupa halklarının Hıristiyanlıkla tanışmasından farklı olarak Bensalem halkı, tanrıyla doğrudan bir münasebet kurarak kutsanıyor ve saf, yorumsuz bir Hıristiyanlığı benimsiyor. Bensalem isminin Jerusalem (Kudüs) ile arasındaki benzerlik ise halkın, tanrının özel olarak seçtiği kutsal halk olduğunu vurguluyor. Bensalem, hikâyede daha önce keşfedilmemiş, gizli bir ada olarak anlatılıyor. Adanın gizli kalmasının tercih ediliş nedenini ise Bacon, batısında Kuzey ve Orta Amerika’nın, doğusunda ise Avrupa ve Kuzeybatı Afrika’nın yer aldığı, zamanla gücünü yanlış amaçlar için kullanmaya başlayan, kendini tanrıyla eş koşan, acımasızlaşan, yerkürenin dengesini bozan ve sonra bir gün, deniz tarafından yutulan batık uygarlık Atlantis’in son buluşu üzerine yaptığı şu yorumla açıklıyor: “… Ama tanrısal intikam onların bu cüretkar girişimlerinin bedelini ödetmekte fazla gecikmedi, çünkü yüz yıl ya da daha kısa bir zaman içinde Büyük Atlantis tümüyle yıkıldı ve gözden kayboldu…” Bu yorum, Yeni Atlantis ismini duyduğumuzda aklımıza takılan o soruya da yanıt vermiş oluyor. Tüm bunlardan sonra Bacon, ‘Salomon evi’ ya da ‘Altı Günlük İşler Okulu’ adını verdiği enstitü modeli üzerinden anlatmaya başlıyor ideal devlet anlayışını. Her cümlesinden anlıyoruz ki Bacon, felsefesinin merkezine bilimi koymuş. Bilimin her yönde gelişmesi gerektiğini savunuyor. İnsana güveniyor, insanı adeta doğadan üstün tutuyor. Orta Çağ’dan hemen sonra yaşamasına rağmen, insanın doğadan üstün çıkacağına emin. Onun ideal devleti, siyasi teorisi, ütopyası tamamen devletin doğayı iyi kullanıp, doğayla akıl arasında bağ kurup, bilgiye ulaşıp insanlar için daha iyiye erişmesi gerekliliği üzerine kurulu. İnsanların her şeye muktedir olduğunun anlaşılmasını, iyi yönetilen bir devletin her şeyin çözümü olacağını ve herkesin bunun için çabalaması gerektiğini savunuyor. Bacon’ın ideal yönetim sisteminin otokrasi olduğunu, yani iktidarın insanlar için en iyiyi, en güzeli isteyen ve hanedan yoluyla değil de belirli muvaffakiyetlerle başa geçmiş tek bir kişinin elinde olması gerektiğini düşündüğünü Yeni Atlantis’te de görebiliyoruz. - See more at: http://www.insanokur.org/?p=348#sthash.eCxltC6k.dpuf

5 Aralık 2014 Cuma

97-STEFAN ZWEIG-SATRANÇ-05.12.2014

Satranç (Orijinal adı: Schachnovelle), Stefan Zweig'in Brezilya'daki sürgünde yazdığı ve en tanınmış eserlerindendir. İlk baskısı 250 adet olarak 1942 yılında Buenos Aires'de çıkan hikâyenin, İngilizce tercümesi 1944'te New York'ta yayımlandı. Satranç, Almanya 'da 1.200.000'den fazla sattı Hikaye New York'tan Buenos Aires'e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır. Bir grup yolcu gemideki kurgusal satranç şampiyonu Mirko Czentovic'i partiye davet eder. İlk partiyi beklendiği gibi rahatlıkla şampiyon kazanır. Yine kaybedilmekte olan rövanş partisinin ortasında, oyuna Dr B. adında bir başka yolcu daha katılır ve bir beraberlik kurtarır. Bunun üzerine yolcular tarafından Czentovic ile Dr.B arasında bir müsabaka organize edilir. Müsabaka başlamadan Dr B. kitapta hikâyeyi anlatana satrancı nasıl öğrendiğini bildirir. Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odanın duvarında asılan montun cebindeki satranç kitabını çalmayı başarmıştır. Kitaptaki kaydedilmiş oyunları satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynamaya baslar. Satranç hücrede sıkıntıdan çıldırmak üzere olan Dr. B'nin hayatını kurtarmıştır. Ancak zamanla ölü nokta dediği kitaptaki bütün oyunları ezbere öğrendikten sonra, kitabı çalmadan önce hücredeki sıkıntıdan yıprandığı konumuna tekrar düşer. Bunun üzerine kafasında yeni partiler icat eder ve şizofrenik tarzda partileri sinir krizi geçirene dek kendi kendine karşı oynamaya başlar. Sonunda hapisten salıverilmiştir. Gemide satranç şampiyonuna karşı ilk müsabakayı kazanır. Dr.B bütün şampiyonların partilerini ezbere bildiğinden Czentovic'in oynayacağı oyunları önceden hesaplıyordur. İkinci müsabaka sırasında Czentovic, karşısındakinin zamanla huzursuzlaştığını fark edince özenle yavaş oynamaya başlar ve Dr.B yine kriz geçirince parti yarıda kalır.

4 Aralık 2014 Perşembe

96-CANDIDE-VOLTAIRE-03.12.2014

Candide, ou l'Optimism, (Candide, ya da iyimserlik) Aydınlanma Çağı'nın ünlü filozofu Voltaire'in 1759'da yazdığı Pikaresk türünde olan en önemli yapıtlarından biridir. Voltaire eserini dünyadaki acıların birer zorunluluk olduğunu ve Tanrının bundan daha iyi bir dünya yaratmasının mümkün olmadığını ileri süren Leibniz'in "mümkün dünyaların en iyisi" felsefesini eleştirmek için yazmıştır.[1] Kitapta genç ve her şeyden habersiz Candide, Alman düşünürü Leibniz'in felsefesini temsil eden Pangloss ve sağduyunun temsilcisi olan filozof Martin'le birlikte bütün dünyayı dolaşır. Birçok yerde Candide, hikâyeci Voltaire'in asıl karakterini açığa vuran bir kitap olarak anılmaktadır. Ülkeleri, kralları, ulusların adetlerini ve geleneklerini, kendi çağının insan karakterini alaycı bir yaklaşımla ele alan Voltaire, bu eseriyle kendi döneminin dünyası hakkında dikkate değer bilgiler vermektedir. Kitap, aslında Voltaire'in Candide (Türkçede saf, temiz anlamlarına gelmektedir) adını verdiği kahramanın hayatında başına gelen yarı gülünç yarı trajik olayların anlatıldığı satirik bir eserdir. Bu serüven kitabı, aynı zamanda iyimser dünya görüşüne; “her şey olacağına varır” yaklaşımına olan inanca bir eleştiridir. Kitap toplam 30 bölümden oluşmakta ve her bir bölümde Candide'nin başına gelen olaylar birbirlerine bağlı bir şekilde anlatılmaktadır. Arkadaşları Pangloss ve Martin'le birlikte Almanya'dan Hollanda'ya, İtalya'ya ve sonunda Türkiye'ye kadar giden Candide, bu gezileri sırasında bin bir felaketle karşılaşır. Almanya'da asker olur. Hollanda'da çok büyük aşağılamalara uğrar, öğretmeni Pangloss'u amansız bir hastalığa yakalanmış olarak bulur; Portekiz'de bir engizisyon mahkemesinde acımasız bir cezaya çarptırılır; adam öldürür, Amerika'da yamyam yerliler tarafından yenilmek üzere iken son anda kurtulur; Fransa'da tuzağa düşer ve paralarını çaldırır; İtalya'da taçlarını, tahtlarını yitirmiş altı kralın serüvenlerini dinler ve sonunda Türkiye'de, yaşamanın ne demek olduğunu öğrenir. Başından geçen onca olaya rağmen filozof Pangloss'un dediklerine uyarak her şeyin "iyi" olduğuna inanır ve bu düşüncesinden ancak Türkiye'de vazgeçer. Ona yaşamın amacını, yaşamın anlamını Türkiye'de tanıdığı bir dervişin "bahçemizi yetiştirelim" sözü öğretir. O zaman Candide, bunca zamanını boşuna geçirdiğini anlar, bin bir felaketten sonra bir araya toplanan hikâyenin kahramanlarına birer iş verir, hepsini bir uğraşa kavuşturur ve bahçesini yetiştirir. Candide, kitabın ana karakteridir. Baron Thunder-ten Tronckh'un şatosunda yaşayan Candide'in başına gelecekte birçok olay gelecektir. Pangloss, Candide'in şatodaki hocasıdır. Nedensiz sonuç olmayacağına, her şeyde iyi bir taraf olduğuna ve olayların başka türlü olamayacağına inanır. Çünkü Pangloss'a göre her şeyin bir amacı vardır o halde her şeyin en iyi amaç için olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Pangloss'un bu felsefesine kitapta sıkça rastlamak mümkündür. Genel olarak eser, bir hikâye olmasına rağmen bu felsefeyi tartışır ve kitapta çok önemli bir yere sahiptir. Cunegonde, Candide'in sevgilisidir. Baron'un kızıdır. Onun da Candide gibi serüven dolu bir hayatı vardır. Candide ile yolları bazen ayrı düşecek, bazen de hiç olmadık yerde tekrar bir araya geleceklerdir. Jacques, Cacambo, Martin, Paquette, Papaz Giroflee de hikâyede sonradan yer almışlardır. Ayrıca sonradan bir yaşlı kadın onlara Hollanda'da yardım eder.

3 Aralık 2014 Çarşamba

95- KUANTUM TEORİSİ FELSEFE VE TANRI-CANER TASLAMAN-30.11.2014

Kuantum teorisi evren anlayışımızda hangi köklü değişiklikleri yapmıştır? Kuantum teorisine dayanılarak 'doğanın teolojisi' nasıl yapılabilir? Bu teorinin ortaya konulmasının sonucunda Kanî'm, Spinoza'nın, Leibniz'in felsefelerinde hangi düzeltmelerin yapılması gerekmektedir? Jeolojik fikirler arasındaki tercihte bilimin rolü nedir? Metafizik tercihler, kuantum teorisi nin yorum lanışında ne tür farklar oluşturmaktadır? Tamamlayıcılık İlkesi ve Belirsizlik İlkesi hangi farklı şekillerde anlaşılabilir? Bu teoriyle ortaya çıkan indeterminizm ontolojik mi, epistemolojik midir? Evrende 'ontolojik şans' var mıdır? Bohr'la Einstein arasındaki tartışmanın galibi kimdir? Schrödinger'in kedisiyle ne anlatılmak istenmiştir? Doğa yasalarının ontolojik statüsüne ne gibi farklı yaklaşımlar vardır? Tanrısal etkinlik, kuantum belirsizliklerinin belirlenmesi olarak değerlendirilebilir mi? Kuantum teorisi mucizeler, özgür irade ve kötülük sorunu hakkında binlerce yıldır yapılan tartışmalara yeni açılımlar getirebilir mi? Bunlar ve benzeri daha pek çok soruya bu kitapta cevap veriliyor. Kuantum teorisinin felsefi ve teolojik açıdan ele alınmasını önemli bulanlara bu kitabı mutlaka tavsiye ediyoruz.

25 Kasım 2014 Salı

94-BIG BANG VE TANRI-CANER TASLAMAN-24.11.2014

Big Bang teorisi, felsefe ve dinler açısından hangi sonuçları doğruyor? Tanrı var mı? Tanrı'nın varlığı bilimsel verilerle ve akılcı delillerle ispatlanabilir mi? Evren, bilimsel kanunlar, evrensel tüm oluşumlar, bütün canlılar ve biz; tesadüfen mi oluştur, yoksa bilinçli bir yaratılışın ürünleri miyiz? Bütün bu soruların cevapları, bu kitabın ilgi odağını oluşturmaktadır. Evren hakkında ne düşündüğümüz gerçekten de önemlidir. Evren hakkındaki görüşümüz, evrenin bir parçası olan kendimiz hakkındaki görüşümüzü de belirlemektedir. Bu kitapta, hem fizik ve astronomi bilimleri, hem felsefe, hem de ilahiyat alanına girilmekte; bütün bu ayrı alanlardaki bilgi birleştirilmekte ve bu alanların arasına örülmüş duvarlara karşı çıkılmaktadır. Yazar bu kitapla, "insancı ilke" tartışmalarına kendi geliştirdiği "Dünya İlkesi" ile katılmaktadır.

19 Kasım 2014 Çarşamba

93-İLYUŞA-MIHAIL ŞOLOHOV-18.11.2014

Ünlü yazarın kısa öykülerinden oluşan eser bir çırpıda okunacak kadar akıcı ve bir o kadar da zevkli öyküler içeriyor. Kitapta yer alan öyküler arasında “Üç, İlyuşa, Test, Aynı Dil, Yufka Yürekli, Zulüm, Don Bölgesi Gıda Komitesi, Isırganlar ve Diğerleri, Çocuk Kalbi, Çarpık Yol ve Kader” yer almaktadır.

18 Kasım 2014 Salı

92-BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK-HARPER LEE-17.11.2014

Bülbülü Öldürmek (İngilizce: To Kill a Mockingbird), Harper Lee'nin 1960'da yayınlanan Pulitzer ödüllü romanı. Yayınlandığı dönemde büyük bir başarı kazanarak, modern Amerikan Edebiyatı'nın klasikleri arasına girdi.[1] Roman, yazarın 1936 yılında, on yaşındayken yaşadığı bir olayı temel almaktadır. Lee, yaşadığı kasabanın civarında olan bu olayın ailesi ve komşuları üzerindeki etkilerini gözlemleyerek eserini oluşturdu. Lee'nin bugüne dek yazdığı tek roman olan Bülbülü Öldürmek, ABD'nin güneyinde Maycomb adlı kurgusal bir kasabasında geçer. Jean Louse "Scout" Finch adında küçük bir kızın bakış açısından kaleme alınmış olan eser, bugüne dek dünyada en çok satan romanlar arasında yer almaktadır[2] ve aynı adı taşıyan, başrolde Gregory Peck'in yer aldığı, klasik bir film de olmuştur. Scout'a eşlik eden Jem, her ikisinin en yakın arkadaşı Dill ve bir avukat olan babaları Atticus Finch'in başlarından geçeni konu alan roman, ABD'de asılsız bir iddiayla yargılanan bir zenciyi savunmakla görevlendirilen, bu yüzden kasabanın geri kalanıyla ters düşen Atticus Finch'in etrafında şekillenir. Romandaki "Dill" karakteri yazar Harper Lee'nin çocukluk arkadaşı olan Truman Capote'den esinlenilerek yaratılmıştır. O zamanki adı Truman Persons olan Capote, tıpkı romanda Dill'in Scout'ların kapı komşusu olduğu gibi, Harper Lee'nin kapı komşusuydu. Romanın İngilizce versiyonu 1970'li yıllarda Türkiye'de yabancı dille eğitim yapan devlet okullarında (Maarif Bakanlığı Kolejleri) İngilizce derslerinde okutulmuştur. 1962 de oscar ödülünü almıştır. Kitabın baş karakterleri Scout Finch, Jem Finch, Atticus ve Dill'dir.

11 Kasım 2014 Salı

91-OBLOMOV-IVAN GANÇAROV-11.11.2014

Oblomov bir köhneliğin romanıdır. Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında hüküm süren bir anlamsızlığın romanıdır. Hangi işe yaradığını ne tarihin ne de kendisinin bilmediği bir soylunun romanıdır. Kendine oturacak yer bulamayınca çekip giden adamların romanıdır. Oblomov, oblomovluğun romanıdır… Gonçarov XIX. yüzyılın ortasında bu eseri kaleme aldığında, Ekim Devrimi’nden bî-haber olan ve Stalin’in sanayileşmiş Rusya’sından uzak bir konumda feodalizmin tüm titreşimlerini içinde barındıran bir Rusya mevcûd idi. Tahta çıkar çıkmaz liberalleşme gayesiyle reformlar başlatan Çar II. Aleksandr’ın serfliği kaldırmak üzere hamle yaptığı, köylüye toprak dağıttığı ; moderniteye temâyülün, kapitalizme evrilmenin, yani Batılılaşmanın deli gömleğini giyinmenin eşiğinde bir Rusya… Romanın başkişisi olan Oblomov, babasından miras kalan Oblomovka köyünün efendisi olan bir derebeyidir. Yükseköğrenim görmek için kente gitmiş ama eğitimi pek önemsememiştir. Bir soyluya yaraşır biçimde me’muriyete atılmış ama bürokratik saçmalıklar içinde bocalamaktan sıkılmış, bırakmıştır. Modern dünyaya adımını atar atmaz “yaşamın ne zaman gerçekleşeceği” sorusuyla boğuşmaya başlarken, aslında önündeki çağın geleceğini okur gibidir: Tek düzelik, standartlaşma ve birbirinin aynısı zamanlar, mekânlar, ortamlar, olaylar… Üstelik şehirdeki sığ hayatın varlığından da rahatsız olmuştur. Cem’iyyet hayatı ve kadınların tuhaflıkları onu tedirgin etmiştir. Çiftliğindeki işleri ele almak istemiş, sonra bu angaryayı başkalarına bırakmıştır, ona bir gelir gelmesiyle yetinmiştir. Nihayetinde bir eve, hatta evin bir köşesine, yatağına kendini hapsetmiş kalmıştır. “Aslında çok önemli işler yapmaktadır, bunun için dinginliğe ve dinlenmeye ihtiyacı vardır. Eyleme geçmeden önce düşünmesi ve hayal kurması gerekir. Bu aşama en önemli aşamadır. Zaten neredeyse yaşamı boyunca bu aşamayı hiç geçememiştir. Aslında çok şey yapmak istemiştir ama başlama noktasına gelmek için gerekli eyleme geçme aşamasında sanki yüz yıllarca vakti varmış gibi sürekli erteleme yaşamıştır. O hiç gelmeyen uygun zamanı kollama ve hayal aşaması Oblomov’un yaşamını oluşturmuştur.” (Abacı,2011:57) Gonçarov, epeyi etki uyandırmış olan bu eseriyle gerek derin kişilik analizleriyle yoğurduğu bölümler, gerek ilk yayımlanan parçası olan ve romana kaynaklık eden “Oblomov’un Rüyası”nda doruğa ulaşan tasvir gücüyle büyük bir edib olduğunu ispatlamıştır. Ayrıca bu kalın kitapla sosyolojik bir vakıayı da ele alıp san’atıyla işleyerek bunun da altından kalkmayı başarmıştır. Bu vakıa, oblomovluk hâli ve kavramıdır. Zamanın meşhûr münekkidi Dobrolyubov’un tespit ettiği şekliyle oblomovluk; “dünyada olup biten her şeye karşı duyumsamazlıktan kaynaklanan tam bir atalet, hareketsizlik, ilgisizliktir.” (1987:30-39) Tolstoy’un Savaş ve Barış‘ta anlattığı Napoléon Seferi sonrası derinleşen Batıcılar-Slavcılar çatışmasında Rusya’ya ilişkin pek çok bilmecenin anahtarı olarak görülen bu kavram, münekkide göre Gonçarov’u kendisinden önceki yazarlardan ayırıp onlarla kıyaslanamayacak bir değere ulaştırıyor. “(…) biz böylece Oblomov tipinde ve genel olarak bütün oblomovlukta (…) Rus hayatını, günümüz Rusya’sının eğilimini buluyoruz. (…) Burada önemli olan bu tipin, hiçbir ciddi Rus sanatçısının görmezden gelemeyeceği, bizim bağrımızdan kaynaklanan, bize özgü bir tip olduğudur.” (a.g.e.:29) Dobrolyubov’un bu tesbiti, salt Rusya yâhût başka bir coğrafya veya toplumla sınırlı değildir kuşkusuz: Oblomovluk, bir karakteristik özellik olarak dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkmış bir tabîattır. Nitekim belki de bu sebeple münekkid, romanda önemli olanın “Oblomov değil oblomovluk” (a.g.e.:43) olduğunu yazar. Onu sadece Doğuya, Rusya’ya ait görmek hatasını tekrar etmeden şu söylenmelidir ki Gonçarov’un muhtemel derdi, toplumu için ele aldığı bir idealin karşıtını koyultup ön plana çıkarmaktı. Çünkü kurgunun sosyolojik okumalara imkân tanıyan yapısının yanı sıra yine aynı amaca hizmet eden mukayese vasfı ile yazar, farklı görüşleri çatıştırır ve romanın sürekliliği için hikâye boyunca bir gerilim var eder. Buna göre “eserde, Oblomov-Ştoltz, Agafya-Olga ikilemleriyle eserin bir anlamda alt metni oluşturulmuştur.” (Lidar,2011:51) Bu zıtlıkta bizim için esas olan husûs, kişiliklerden ziyâde kişilerin temsîl ettiği değerlerdir. Bu değerler sisteminde zıddiyyet, -iktisadî anlamlarıyla- geleneksellik-modernlik hilâfı üzerine kuruludur. Okuyucu için Gonçarov’un ön plana çıkarmak ve bir reçete gibi sunmak istediği ideali kısaca Ştoltz’un tavır ve davranışlarından seçmek mümkündür. Ştoltz, Gonçarov’un rüyasıdır: Sürekli çalışmak, hareket etmek, etrâfı durmadan kolaçan etmek, köhneliği yıkıp yeniliğe sarılmak, üretmek, yenilenmek, güçlenmek ve kazanmak… “Her şeyi biliyorum, anlıyorum, ama ne gücüm var, ne iradem. Bana güç ve irade ver, beni nereye istersen götür…” der bu sebeple Oblomov Ştoltz’a biçarece. Onun tanıştırdığı Olga’nın dünyasını renklendirişinin, rûhuna hareket getirdiğinin farkına varır ama aşk da oblomovluğun kurbânı olmaktan kurtulamaz. Ayrılırlar… * * * “(…) İlya İlyiç kim?” “Oblomov; sana ondan çok bahsetmiştim.” “Evet, hatırladım; senin bir dostun, bir okul arkadaşın. Ne oldu?” “Öldü, hayatı yok yere harcandı gitti.” Ştoltz içini çekti biraz daldıktan sonra: “Zekâca kimseden aşağı değildi,” dedi. “Tertemiz, billur gibi bir ruhu vardı. Asil heyecanları olan bir insandı. Ama hiçbir şey yapmadı.” “Niçin? Ne yüzden?” “Ne yüzden mi?.. Oblomovluk?” “Oblomovluk mu? O da ne demek?” “Biraz zihnimi, anılarımı toparlayayım da anlatayım: sen de yazarsın; belki birisinin işine yarar.” Ştoltz dostuna işte bu okuduğunuz hikâyeyi anlattı. * * * Bu roman Rus milliyetçiliğini, Slavcılığı ve elbette moderniteden nasibini alan her yerdeki gibi bu geniş topraklarda da boy veren oblomovluğu karşısına alan Gonçarov’un Ştoltz üzerinden Rusya’yı eleştirisidir. Ştoltz’un idealize edilmiş kişiliğiyle geleceğin hayâlî Rusyasına dair işaretler sunulur, onun Oblomov’a bakışıyla mevcûd vaz’iyyet tenkid edilir. Bu yüzden yazarın tüm samimiyetine, sıcaklığına ve merhametine rağmen Oblomov, tarihî bir kalıntı olmanın yanı sıra bir trajediye de mahkûm edilmiştir. Kaybetmiştir. Nihayetinde tüm hikâye Ştoltz’un bir dostuna anlattıklarından ibarettir.

31 Ekim 2014 Cuma

90-EINSTEIN'IN BUZDOLABI-STEVE SILVERMAN-31.10.2014

Bu kitapta birbirinden tuhaf, inanılması hayli güç öyküler var. Ancak tuhaf olduğu kadar da ilginç ve eğlenceli olan bu öykülerin her biri gerçektir, yaşanmış olaylardır. Kafası kesilmiş olduğu halde aylarca yaşayan, hatta şehir şehir dolaştırılıp sahibine ufak bir servet kazandıran tavuktan, yangın bombası olarak kullanılmaya kalkışılan yarasalara; petrol için sondaj yaparken açılan delikten akıp giden gölden, seçimi kaybetmek endişesiyle boşaltılmayan şehirle birlikte yanardağ lavlarının altında kalan valiye kadar her şey gerçek, hepsi yaşanmış olaylardır. İnsan denilen yaratık gerçekten tuhaf bir hayvan ve bu yeryüzünde zavallının başına gelmedik şey kalmıyor! Evet, okuyunca inanmakta zorluk çekeceksiniz ama hepsi aynıyla vaki!

16 Eylül 2014 Salı

86-VE DURGUN AKARDI DON (1.CİLT)-MIHAIL ŞOLOHOV-15.09.2014

Ve Durgun Akardı Don, (Rusça özgün adı: Тихий Дон, Türkçesi: Durgun Don) Mihail Şolohov'un ilk büyük eseri, geniş bir tarih sürecini kapsayan dört ciltlik bir romandır. Yazar bu romanla 1965'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü alır. Eserin kahramanı bir Kazak köyü olan (aynı zamanda yazar Mihail Şolohov'un da doğum yeri olan) Vyeşenskaya'lı Gregor Melehov'dur. Gregor'un gençlik dönemindeki köy yaşantısından başlayarak I. Dünya Savaşı'na katılması, cephede yaşananlar ve aynı süreçte Çarlığın yıkılışı ve Sovyetler Birliği'nin kuruluması sürecinde Kazaklar'ın neler yaşadıklarını ve bu sürecin neresinde olduklarını benzersiz betimlemelerle anlatan dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Eser I. Dünya Savaşı'ndaki Rus Devrimi'ni ve o dönemki toplumun sosyal ve politik duruşunu tarafsızca ve gerçek anlamıyla okuyucuya yansıtmaktadır. Romanın Stephan Garry (Henry Stevens) tarafından Rusça'dan yapılan İngilizce çevirisinin birinci ve ikinci kitapları ilk kez 1934'de And quiet flows the Don, üçüncü ve dördüncü kitaplardan oluşan son bölümü de 1940'da The Don flows home to the sea adı altında yayınlanmıştı. O dönemde, Sovyet edebiyatının yabancısı olan ve romanın konusu hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan İngiliz okurlarına hem Don'un bir nehir olduğunu flows (akar) sözcüğünü ekleyerek açıklamak amacıyla hem de "Sakin Don", "Sessiz Don" ya da "Durgun Don" gibi kısa bir adın ilginç gelmeyebileceği düşüncesiyle İngiliz çevirmen, çevirisinin ilk bölümüne, romanın şiirsel yapısına uygun bulduğu Don nehri sakin akar, ikinci bölümüne de Don nehri vatanı olan denize akar adını vermek gereğini duymuştur. Türkiye'de de Ve Durgun Akardı Don diye çevrilmiştir. Fakat özgün adı Durgun Don'dur. Kitap 4 cilt halinde Tektaş Ağaoğlu tarafından 1965-1966 yıllarında Türkçeye çevirilip Ağaoğlu Yayınevi tarafından aynı yıllarda ilk defa basılmıştır.

9 Eylül 2014 Salı

85-LOLITA-VLADIMIR NABOKOV-05.09.2014

Lolita veya az bilinen adı ile Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları Vladimir Nabokov'un İngilizce romanı. 1955'te Paris'te ilk baskısı yapılmıştır. Daha sonra yazarı tarafından Rusça'ya çevrilen roman 1962'de Stanley Kubrick tarafından yine Lolita adı ile sinemaya uyarlanmıştır. Roman, ana karakter Humbert Humbert'in su pericikleri adını verdiği ergenlik çağındaki genç kızlara karşı cinsel tutkusunu konu eder. Humbert Humbert, Amerika'ya yerleşmiş, orta yaşlı, Fransız bir dil profesörüdür. Çocukluğunda bir tatil sırasında aile dostlarının kızı ile aralarında geçen kısa süreli bir ilişkinin ardından birkaç ay sonra sevgilisinin ölüm haberini alır. Bu talihsiz ve yaşanamamış ilşkinin ardından, genç hatta çocuk yaştaki kızlara karşı ilgisini yıllar sonra da üzerinden atamaz. Başından geçen bir evlilikten sonra, Amerika'ya yerleşir. Tesadüfen pansiyoner olarak yerleştiği evde Bayan Haze'nin on iki yaşındaki kızı Dolores Haze'i görür ve yıllar boyunca güçlü belleğinden hiç silmediği çocukluk aşkını Dolores Haze ile özdeşleştirir. Romanda L, Lo, Lola, Lolita, Dolly takma adları ile çağrılan Dolores ile Humbert Humbert arasında böylece bir aşk başlar. Humbert'e aşık olduğunu her hali ile belli eden Bayan Haze ise bir süre sonra Humbert'e aşkını itiraf eder. Humbert evlenmeyi kabul etmediği taktirde Lolita'yı görmekten mahrum kalacağından bu evliliği kabul eder. Haze ile evlenir. Bu arada Lolita'ya duyduğu ilgiye günlüğünde yer vermektedir. Bu günlüğü ele geçiren Haze delirmiş halde evden çıktığında bir trafik kazası geçirip ölür. Humbert'in istediği olmuştur. Yaz kampındaki Lolita'yı alır ve o günden sonra Amerika'da eyalet eyalet seyahatler ve kaldıkları otellerde yaşadıkları gönüllü veya zoraki aşklar başlar. Humbert artık Lolita'ya bağlanır ve onsuz edemez hale gelir. Gittikleri bir şehirde Lolita okula yazılır ve eğitimine devam ederken, oynadığı bir tiyatro oyununda, oyunu izlemeye gelen tiyatro yazarı ile tanışır. Gezilerine kaldıkları yerden devam etmek üzere yola çıkan Humbert daha ilk durakta Lolita'yı kaybeder. Aradan geçen bikaç yıl sonra Lolita 17 Yaşına geldiğinde Humbert kendisinden ödünç para istemek için gönderilen bir mektup alır. Lolita'yı, kaldığı yerde Dick adında bir gençten hamile halde bulur. Oyun yazarı ile sapıkça ilişkiler yaşadığını öğrenir. Oyun yazarının evine gidip onu öldürür ve teslim olur. Amerikalı-Rus yazar Nabokov'un en çok sevilen ve tanınıp ses getiren romanı olma özelliğini taşıyan Lolita, trajikomik bir romandır. Hikayedeki ölümlerin, küçük bir kızın annesiz kalışı ile duyduğu üzüntünün arasında okur, yazarın nükteli anlatımı sayesinde kendisini gülmekten alamaz. Oldukça özgün ve eğlenceli bir dille yazılan Lolita Nabokov'un sanat hakkındaki görüşlerini dile getirdiği bir epilogla sona erer. Nabokov bu epilogun sonunda özgün anlatımının sırrını şu çarpıcı sözle verir: “ Hiçbir dilin sihirbazı, elinde dudak ısırtan bir ayna, siyah kadife perdeler ve örtük çağrışımlarla gelenekler olmadan, bir dilin sınırlarını frakının kuyruğunu sallayarak aşmayı başaramaz.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

84-YAZIKLAR OLSUN- BEYİNSİZ ADAM (HAKİM TÜRKMEN) 07.08.2014

Hayatta en çok çayı seven, yıllarca Jean-Jacques Rousseau, Sokrates okuduğu halde dönüp dolaşıp babaannesinin laflarını hatırlayan, gündelik dertleri önemsemeyen, üşengeçlikte sınır tanımayan bir genç adam; Beyinsiz Adam. Neredeyse hiç görüşmediği ve onu evlatlık aldıklarından şüphelendiği anne babası, onun için üzülen ancak mahallenin dedikodularından fırsat bulup da pek ilgilenemeyen babaannesi, kirayı ödeyemediği için kapısını sık sık çalan ev sahibinden başka kimsesi yok; gerek de yok zaten! Ama… Herkesin hayatında bir gün hiç hesapta olmayan olaylar cereyan edebilir. Mesela bir gece tanıştığınız bir kız değiştirebilir hayatınızı ve adı Bedia olabilir o kızın… Aşk her insanın hayatında yanardağ patlaması etkisi yaratabilir, peki ya Beyinsiz Adam’ın? Hakim Türkmen, bildiğimizi sandığımız bir hayatı aslında hiç bilmediğimizi gösterirken, kahkahalar attırıyor...

4 Temmuz 2014 Cuma

83-YUKARI MAHALLE-JOHN STEINBECK-30.06.2014

John Steinbeck'in orijinal adı Tortilla Flat olan, Türkçe çevirilerinde Yukarı Mahalle ya da Kenar Mahalle ismiyle basılan romanı, aslında aynı yerde, aynı kişilerin başından geçen çeşitli olayların küçük küçük hikayeler halinde anlatılmasıyla oluşmuş. İlk başta hapisten kaçmış, işsiz güçsüz Danny'i tanırız ve hikaye Danny ile Pilon'un birbirlerinin fakirliğine, ızdırabına ortak olduklarında arkadaşlıkları sayesinde her şeyin altından kalkabileceklerini fark etmeleriyle başlar. Birinin cebine giren birkaç dolarla birlikte yemek yerler, birinin eline geçen bir şişe şarabı birlikte içerler, ikisi de evsiz ve işsiz, sokak sokak, orman orman dolanmaktalarken Danny'e bir gün iki ev miras kalır. Kendine miras kalan iki evle birlikte toplumdaki statüsü bir anda değişen Danny, bir evinde kendisi otururken diğer evini de Pilon'a sözde kiralar ama Pilon'un Danny'e hiç kira ödemeyeceğini ikisi de biliyorlardır. Pilon, Danny'e kira ödemediği için kendini suçlu hissetmeye başlamışken eve başka bir kiracı daha alır, onun da kendisine hiç para ödemeyeceğinin farkındadır ama olur a Danny bir gün kendisinden kira isterse "Yeni kiracı da bana kendi kira payını ödemiyor Danny, ondan kira ödeyemiyorum!" diyebilecektir. Arkadaşlıklarının bu kira meselesi yüzünden gitgide bozulacağının farkında olan Danny de Pilon da sıkıntıdan geceleri uyuyamamaya başladıklarında Pilon'un oturduğu ev yanar ve Pilon da diğer arkadaşını da alıp Danny'nin Yukarı Mahalle'deki evine taşınır, artık ne kiracı ne de ev sahibi kalmıştır, hep birlikte aynı evde yaşayan kafadarlar, hayatlarına pek çok dost daha dahil edecekler, pek çok badireler atlatacaklardır. Yukarı Mahalle, tam bir kenar mahalle romanı. Günübirlik işlerde çalışan insanlar, çingeneler, ellerine geçen üç kuruş parayı içkiye yatıranlar, evde aç bekleyen çocuklar, yaşı geçkin ama parası olan kadınları mutlu eden parasız erkekler, kendilerine mutluluk aramak için gelen erkeklerden şarap ya da başka hediyeler talep eden kenar mahalle dilberleri, kendilerine bile bakamayacak durumdalarken hayvan sevgisinden vazgeçemeyip pek çok köpek besleyen zavallılar, ama hepsinin kendi hikayesi, hepsinin ayrı bir öyküsü ve dostluğu olmasıyla ağzınıza bir parmak bal çalmayı da çok iyi beceren bir fakirlik hikayesi. Her bölümde hikayeye dahil olan birilerinin öyküsünü ya da ana karakterlerin başlarından geçen değişik olayları okurken Yukarı Mahalle'ye hiç yabancılık çekmemeye başlayacak ve sonunda sanki kendinizi Yukarı Mahalle'deki evlerden birinde oturuyormuş gibi hissedeceksiniz.

12 Haziran 2014 Perşembe

82-BUDALA-DOSTEYEVSKİ-12.06.2014

Dostoyevski bu eserinde, sara hastası bir genç adamın merkezine yerleştirdiği bir dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarına değinmekte ve toplumun ne kadar da iki yüzlü bir sistem üzerine dayanarak ayakta durduğunu gözler önüne sermektedir. Böyle bir dünyada dürüst olmak "budala" olmaktır. Roman bir Dostoyevski klasiği olarak son derece akıcı ve derindir. Gerilmeler ve boşalmalarla yüklü psikolojik ögelerin ağırlıklı olduğu bir eserdir. Dostoyevski burada ideal erkek tipini çizmek istemiştir. 19. yüzyıl ortalarında geçen romanın kahramanı Prens Lev Nikolayeviç Mişkin, saralıdır. Tedavi gördüğü İsviçre'den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Petersburg'da kendisiyle uzaktan akraba olan Lizaveta Prokovyevna'yı ve General olan eşini görmek üzere Yepançinlere gider. Burada generalin üç kızı, Aglaya, Adelaida ve Aleksandra ile de tanışır. Prens, ilginç kişiliği ile aileyi ve Petersburg'da tanıştığı diğer insanları etkiler. Dostoyevski bu kitabında, özellikle üçüncü bölümden sonra hissedilmeye başlanan, toplum hakkındaki düşüncelerine ve eleştirilerine de yer verir. Rusların aslında bir vatan anlayışının bulunmadığını, bu yüzden her şeye sonuna kadar inanabildiğini ileri sürer. Bu da akıllara Rusların inançsızlığa bile sonuna kadar inanabilecek garip insanlar olduğu kanısını getirir. Kitap her ne kadar aşk romanı olarak anılsa da aynı zamanda Rus toplumu hakkında yerinde eleştiriler içerir. Budala'da aynı zamanda hemen hissedilir bir hiyararşik düzen anlatılmıştır. Rusya'yı üç gruba ayıran yazar bunları kaymak tabakası, bu tabakaya yükselmeye çalışan ve kaymak tabakadan birçok tanıdığı olan orta tabaka ve bu iki tabakanında hor görüp beğenmediği bir tabaka olan en alt tabaka olarak adlandırır. Romandan örnek vermek gerekirse, Yepançinler'in bir nevi bakıcılığını üstlenmiş olan Moskovalı Belonskayalar en üst tabakayı, Yepançinler orta tabakayı ve İppolit, Lebedev gibileri de en alt tabakayı oluşturur. İsa ahlakının parodisi olarak da görülebilecek bir ahlak anlayışına sahip peygamberimsi bir kahraman olan Prens Mişkin'in yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mişkin, tam bir saflık ve masumiyet içerisinde olup aynı zamanda Dostoyevski'nin ifadesiyle hastalık derecesinde dünya nimetlerinden ve hırslarından kopmuş bir budalalık içerisinde yaşamaktadır. Sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zekâ sahibidir. Çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. Kendisi de saralı olan Dostoyevski, romanının kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. Prens Mişkin'in anıları, aslında Dostoyevski'nin anılarıdır. Prens Mişkin'in romanının bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski'nin başından geçmiş bir olaydır. Budala, Dostoyevski'nin dört büyük romanından biridir. Dostoyevski'nin en unutulmaz kadın kahramanı olarak kabul edilen Nastasya Filopovna, ünlü Rus romancının, Prens Mişkin'in kişiliğinde vermek istediği güçlü aşkın yöneldiği kişilerden biridir. Nastasya Filippovna güzelliğin, baştan çıkarıcılığın, olgun kadınlığın, hafifmeşrepliğin simgesidir. Filippovna bütün bu yönlerinin bilincinde olan ve zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran gizli bir utancı taşıyan bir karakter olarak Dostoyevski'nin diğer kadın karakterlerinden ayrılır. Romanın bir diğer ilginç kadın kahramanı Aglaya İvanovna da gençliğin, duyarlılığın ve zekânın sembolüdür.

5 Haziran 2014 Perşembe

81-KUZULARIN SESSİZLİĞİ-THOMAS HARRIS-05.06.2014

Hannibal Lecter'i zihninizin sarayına davet edin ki onunkine davet edilesiniz. Saraylarınızın arasıdaki benzerliğe bakın rüyalarınızın yüksek kubbeli odalarına, gölgelerin dolaştığı koridorlara, içine girmeye cesaret edemediğiniz bodruma, müziğe ve duvarın arkasından gelen boğuk çığlıklara. Son on yılın büyük bir heyecanla en çok beklenen kitaplarından biri olan bu yapıtta, Thomas Harris bir kez daha bizi, seri cinayetler işleyen bir katilin, sinsice gelişen kötülüklerin, psikolojik belirsizliklerin gövde gösterisine davet ediyor. Dr. Hannibal Lecter'in hücresinden kaçışının, Özel Ajan Clarice Starling'in en yüksek güvenlik önlemlerinin alındığı tehlikeli deliler hastanesinde onunla görüşmesinin üzerinden yedi yıl geçmiştir. Dr. Lecter, ihtiyatsız bir dünyanın keyfini çıkarıp elini kolunu sallaya sallaya tarifsiz zevklerinin peşinde dolaşmaktadır. Ama Starling, Dr. Lecter ile karşılaşmasını unutmamıştır ve onun nadiren kullandığı paslı sesi rüyalarında yankılanmaya davet etmektedir. Mason Verger de Dr. Lecter'ı unutmamıştır, üstelik intikam onda bir saplantı haline gelmiştir. Mason, Dr. Lecter yüzünden bir soluk makinesine bağlı olarak yaşamak zorundadır. Yine de dünya ölçeğinde ördüğü ağda en küçük bir kıpırtıyı bile fark edebilmektedir. Mason sonunda Dr. Lecter'ı nasıl tuzağına düşüreceğine karar verir. Dünyanın en zarif ve en masum görünüşlü yemini sunacaktır ona.

2 Haziran 2014 Pazartesi

80-SAYILAR-RACHEL WARD-01.06.2014

Paul Nizan, “Fesat” adlı romanında, “Gençler pek ender sözünü etseler de, sözünü etmekten utansalar da, ölümü herkesten fazla ve sabırla düşünürler” diye yazmıştı. İngiltere’nin önde gelen gençlik romanı yazarlarından Rachel Ward da “Sayılar” adlı romanında gençlerin sözünü etmekten utandıkları ölümü işlemiş. İnsanların yüzlerine baktığı zaman ölüm tarihlerini görebilen 15 yaşındaki bir genç kızın iç dünyasından ölümü sorgulayan romanın ikinci cildi yayımlandı bugünlerde. Sırrıyla yaşıyor Romanın başkahramanı ve anlatıcısı olan Jem; babasını hiç tanımamış, eroin bağımlısı bir fahişe olan annesini de yedi yaşındayken kaybetmiş bir genç kız. İçe kapanık sessiz bir yaşam süren Jem’in büyük bir sırrı vardır ve o sırla nasıl yaşayacağını bilemediği için de şehrin ıssız yerlerinde huzur bulmaktadır. Jem’in sırrı, doğuştan gelen doğaüstü bir yetenektir. İnsanların yüzlerine bakınca gördüğü sayılara önceleri bir anlam veremeyen Jem, sonradan bu sayıların ölüm tarihleri olduğunu keşfeder. Yüzüne baktığı insanın ne zaman öleceğini bilen Jem, gördüğü sayıları kimseye anlatmaz. Rachel Ward, bu sıradışı genç kızın iç dünyasından bize bir hayat tasviri sunar önce. Herkes bir gün öleceğini bilse de ölümü düşünmeden yaşamaya çalışırken; Jem insanlara baktıkça, zihninde beliren sayılar yüzünden ölümle her zaman yüz yüze bir hayat sürmektedir. Ama onun bu yalnızlığı pek uzun sürmez. Kendisinden farklı nedenlerden de olsa, insanlar tarafından dışlanmış bir başka genç olan Örümcek lakaplı Terry, bir kere peşine takılmıştır. Romandaki olaylar, okuldan uzaklaştırma cezası alan Jem’le Örümcek’in Londra’da gezintiye çıkmasıyla başlar aslında. Avrupa’nın en yüksek dönme dolabı olan London Eye’a giderler. Jem, orada bulunan insanların yüzlerinde hep aynı sayıları görünce paniğe kapılıp, Örümcek’i de peşinden sürükleyerek oradan kaçmak ister. Onlar oradan uzaklaşınca da, London Eye’da büyük bir patlama olur. Kameralar, patlamadan kısa bir süre evvel kaçan bu iki tuhaf genci kaydettiği için polis, Jem ve Örümcek’i saldırıyı gerçekleştirenler zanneder ve büyük bir kovalamaca başlar. Gençliğin umursamazlığı Romanın bundan sonrası hakkında bilgi vererek, sürprizleri bozmak iyi olmayacak. Ama London Eye’daki patlamadan sonra Jem ve Örümcek’in yaşadığı serüven, Godard’ın “Serseri Aşıklar” ya da Arthur Penn’in “Bonnie ve Clyde” filmini çağrıştıran bir aşkı da işin içine karıştırıyor. Üstelik peşlerinde sadece polis de yok. Tüm bu serüvenin can alıcı noktası ise, Jem’in âşık olduğu Örümcek’in öleceği tarihi bilmesidir. Jem, Örümcek’in ölüm tarihini değiştirebilecek mi? Sahip olduğu doğüstü yeteneği, daha ne kadar insanlardan saklayabilecek? Jem’in iç dünyasından olup biteni izlerken, ölüme ve aşka başka bir açıdan bakıp, özellikle ‘kader’in varlığını sorgularken buluyor insan kendisini. Kader diye bir şey var mı? Varsa eğer, insan kendisinin ya da başkasının kaderini değiştirebilir mi? Jem’in kaderciliği, aslında günümüz gençliğinin ‘umursamaz’lığına dair eleştirileri de anımsatıyor. Jem, ruh halini şöyle tanımlıyor romanın bir yerinde: “Durgun, boş, kocaman bir yükün altında ezilmiş.”

30 Mayıs 2014 Cuma

79-BEN ROBOT-ISAAC ASIMOV-29.05.2014

Ben Robot (İngilizce orijinal adı: I, Robot) Isaac Asimov tarafından yazılan dokuz bilimkurgu öyküsünün toplandığı kitap. İlk kez 1950'de Gnome Press tarafından basılmıştır. Hikayeler ilk kez amerikan dergileri Super Science Stories ve Astounding Science Fiction'da 1940 ile 1950 arasında yayımlanmıştır. Hikayeler birbiriyle bağlantılı olmadığı halde hepsi insanlar, robotlar ve ahlâk doğruluğunun ilişkileri hakkındadır. Birlikte Asimov'un robotik yasalarının tarihini anlatırlar. *Robos Yasası 1- Bir robot hiçbir şekilde insanoğluna zarar veremez; veyâ pasif kalmak suretiyle zarar görmesine izin veremez. 2- Bir robot kendisine insanlar tarafından verilen komutlara 1. kuralla çelişmediği sürece itaat etmek zorundadır. 3- Bir robot 1. ve 2. kurallarla çelişmediği sürece kendi varlığını korumak zorundadır.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

78-SARDALYE SOKAĞI-JOHN STEINBECK-28.05.2014

''Sardalye Sokağı'', Steinbeck' in önemli yapıtlarından biridir. Sardalye Sokağı'nın aylak tiplerinin yaşamlarını canlandırıcı bu romanında yazar, ilk bakışta, lirik bir dilde gündelik ve sıradan şeyler anlattığı izlenimini verir. Oysa Steinbeck, bu sokakta yaşayan, maddiyattan çok insanlığa, sevgiye ve arkadaşlığa değer veren insanların gözüyle hayatın bir tablosunu çizmeye çalışır. Yalın yaşamlarının ötesindeki incelikleri ustalıkla sergiler. Yazarın anlattığı bu başıboş ve erdemli kişileri sizlerde seveceksiniz. ABD' li yazar John Steinbeck (1902 - 1968), insan - doğa ve insan - insan ilişkilerini, özellikle de, çalışan tüm kesimlerin yaşamlarını anlatmakdaki başarısıyla ünlüdür. Sardalye Sokağı, hiç kuşku yok ki, yazarın en tanınmış yapıtlarından biridir. Küçük insanların serüvenleri hiç bir kitapta böylesine acımasız, ama aynı zamanda böylesine sevecen dile getirilmemiştir. Beğeniyle okuyacağınız çarpıcı bir roman... Sardalye Sokağı'nın karmaşasında, hayatın bir yerinden tutunmaya çalışan uyumsuz insanlar -kumarbazlar, fahişeler, ayyaşlar, serseriler ve sanatçılar- yanyana yaşarlar.Sahibi olduğu genelevi sanat gibi işleten kızıl saçlı Dora, Salaş Palası mekan seçen Mack ve onun iyi niyetli zavallılar çetesi, Salaş Palas'ın ve yerel dükkanının uyanık sahibi Lee Chong, korkak ressam Henri ve bu marjinal topluluktaki bilgeliğin ve cömertliğin kaynağı olan Doc.Macera, muziplik ve gerçek hayatın zorluklarıyla harmanlanan Sardalye Sokağı, Steinbeck'in, memleketi Kaliforniya'ya canlı bir selamı.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

77-UĞULTULU TEPELER-EMILY BRONTE-25.05.2014

Uğultulu Tepeler, Rüzgarlı Bayır veya özgün adıyla Wuthering Heights, Emily Brontë'nin tek romanı. İlk kez 1847 yılında Ellis Bell mahlası ile yayımlanmıştır. Emily vefat ettikten sonra kız kardeşi Charlotte eseri yayıma hazırlayıp, Emily'nin gerçek ismi ile eserin ikinci bir baskısını yayımlamıştır. Eserin ismi konu aldığı hikâyenin merkezî figürlerinden olan bir malikâneden gelmektedir. Bugün İngiliz edebiyatının klasiklerinden sayılan roman ilk yayımlandığında hem olumlu hem de olumsuz tepkilerle karşılaşmıştır. İç içe geçen yenilikçi yapısı karışık tepkiler almıştır. Her ne kadar ilk başlarda Charlotte Brontë'nin Jane Eyre isimli eseri Brontë kız kardeşlerin çıkarttığı en iyi çalışma olarak tanınmış olsa da, sonradan gelen eleştirmenlerin çoğu Uğultulu Tepeler'in özgünlüğü ve başarısının onu Brontë kız kardeşler tarafından çıkarılmış en iyi eser yaptığını öne sürmüşlerdir. Uğultulu Tepeler'in birçok adaptasyonu gerçekleşmiştir: Birkaç film, radyo ve televizyon oyunları ve iki müzikal (Heathcliff dahil). Ayrıca Kate Bush'un popülerleşmiş bir şarkısına da ilham kaynağı olmuştur ki şarkı daha sonra birçok sanatçı tarafından tekrar seslendirilmiştir. İngiliz edebiyatının önemli eserlerinden biri olan ve ihtiras dolu bir aşk hikâyesini konu alan Uğultulu Tepeler, 19. yüzyılın başlarında İngiltere'de yaşamış zengin Earnshaw ailesinin kızı Catherine ile ailenin evlatlığı Heathcliff arasındaki sancılı aşkı şiirsel bir dille anlatıyor. Aşkın hiç bitmeyecek bir nefrete dönüşmesine şahit olduğumuz bu roman, intikam duygusunun insanı kör ederek ne denli yıkıcı olabileceğini büyüleyici bir kurguyla gözler önüne seriyor. Emily Brontë'nin tek romanı olan ve dünya klasikleri arasında önemli bir yer edinen Uğultulu Tepeler, yazarın eşsiz anlatımı ve karakterlerin iç dünyalarını aktarmadaki ustalığıyla yıllardır severek okunan bir kitap olma özelliğini günümüzde de sürdürüyor.

20 Mayıs 2014 Salı

76-SİYAH LALE-ALEXANDER DUMAS-16.05.2014

Siyah Lale, Alexandre Dumas tarafından yazılan tarihi bir romandır. Üç Silahşörler ve Monte Kristo Kontu’nun yazarından yeni bir roman. Şövalyeler, kılıç, kalkan ve kahramanlık öyküleri seven gençlerin ellerinden bırakamayacakları bir dünya klasiği. Haarlem Çiçekçilik Cemiyeti kusursuz bir siyah lale yetiştirene büyük bir ödül vaat eder. Bu o ana kadar görülmemiş bir şeydir ve herkesin ilgisini çeker. Siyah laleyle ilgilenenlerden birisi de Cornelius Van Baerle’dir. Uzun süren çalışmalardan sonra üç tane siyah lale soğanı yetiştirmeyi başarır. Ama kıskanç komşusu Isaac Boxtel bütün bu olanlardan haberdardır. Siyah laleyi ve dolayısıyla ödülü elde etmek için Van Baerle’yi işlemediği bir suçla itham ederek ihbar eder. Van Baerle tutuklanır ve hapsedilir. Hapishanede tanıştığı gardiyanın kızına yani Rosa’ya âşık olur. Onun yardımıyla siyah laleyi yetiştirirler ve Boxtel’in bütün çabalarına rağmen ödülün sahibi olurlar. Bütün bunlar olurken Van Baerle’nin suçsuzluğu anlaşılır ve Van Baerle de özgürlüğüne kavuşur ve Rosa’yla evlenerek mutlu bir yuva kurarlar. Kitap şu cümleyle bitiyor: "Sadece çok büyük acılar çekenler mutluluğun anlamını bilirler." Romanın orijinali, Paris'de Baudry tarafından 1850 yılında üç bölüm şeklinde La Tulipe Noire adı altında yayımlanmıştır.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

75-BÜYÜK UMUTLAR-CHARLES DICKENS-13.05.2014

Pip'in sürükleyici hayatının anlatıldığı bu roman 19. yüzyılda İngiltere'deki maden köylerindeki yaşama ayna tutmaktadır. Köyün madencisi olan Joe Gargery'nin çok zor şartlar altında çalıştığı yine de çok fakir olduğu romanda yansıtılmıştır. Romanda köylü ile kentli arasındaki uçurum da farkettirilmiştir. Zira bayan Havisham'ın kibirli tavırları; Estella'nın sosyeteden biriyle evlenmeyi tercih etmesi zamanın toplum yapısını açıklamaya yetmektedir. Yazar para hırsı ve ayrımcılık üzerine kurulu toplum düzenine göndermelerde bulunur. Hikayenin kahramanı Philip adında bır gençtir. Fakir bir köyde ablasının yanında yaşamaktadır. En büyük arkadaşı ablasının eşi köyün demircisi Joe gargery dir. Pip in hayatı anne ve babasının mezarını ziyaret ettiği bir gece değişmeye başlar. Ormanda karşısına bir adam çıkar ve kendisine yiyecek getirmesini ister. Charles Dickens bu adamı korkunç heybetli ve çirkin bir adam olarak tasfir etmiştir. Bu adam bir süre sonra romanda tekrar meydana çıkacak ve bu kez Pip'in hayatını değiştirecektir. Bu adamın hapishaneden kaçan biri olduğu anlaşılmaktadır. Adam Pip'ten yiyecek birşeyler ister; Pip adamdan öylesine korkar ki onun bu isteğini reddedemez. Fakat geri döndüğü sırada orada başka bir yabancı adam daha görür. İlk adam ile kavga etmektedirler. Diğer adam kavgadan sonra kaybolur. Abel Magwitch; yani hapishaneden kaçan mahkûm çok geçmeden yakalanır. Pip, bu hadiseyi çabucak unutur. Bayan Havisham, evlatlığı Estella ile yaşayan yalnız bir kadındır. Pip’in ablasından Pip’i evine gondermesini ister. Bayan Havisham, nikah esnasında kocası olacak adam tarafından reddedilmiştir. Düğün gecesinin sabahında yenecek kahvaltı masadaki pasta ile birlikte yıllarca durur. Pip, Bayan Havisham’ı ziyaret ettiğinde, onun garip davranışlarına bir anlam veremez. Bayan Havisham Pip’ten, sık sık gelerek üvey kızı ilevakit geçirmeisini ister. Estella'nın soğuk ve kibirli tavırları Pip'i rahatsız etmektedir; fakat Estella’ya kızmasına rağmen, Pip, ona aşık olmuştur. Pip çok hırslı bir insan olduğundan birgün bu fakir hayatından kurtulacağını düşünür. Tam bu sırada Pip'e esrarengiz biri tarafından bir miras bırakılır. Pip bu mirasın bayan Havisham tarafından ona verildiğini düşünür. Pip Londra’da,Herber Pocket adında biriyle aynı odada yaşar. Avukatı Bay Jaggers kendisine yardım edenin kim olduğunu söylemez. Pip artık Londra da yaşayan bir centilmen olmuştur. Bu hayata öylesine kapılmıştır ki onu ziyarete gelen ablasının iyi yürekli kocasını aşağılar. Fakat Joe gittikten sonra pişmanlık duyar. Hâlbuki Joe fakir hayatında onun en büyük destekçisidir. Pip Londra da mirascısının bir zamanlar yardım ettiği kaçak mahkûm olduğunu öğrenir. Hayatının düğümü çözülmeye başlar. Çocukluk aşkı Estella da evlenmiş hatta kocasını kaybetmiştir. Fakat bu olaylar silsilesinden kurtulup köyü ziyarete geldiği esnada Estella ile karşılaşır. Artık ayrılmaları için bir neden yoktur.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

74-SUDAKİ İZ-AHMET ALTAN-30.04.2014

Birbirinden farklı düşüncelerde,konumdaki insanların aşklarını sorgulayan yer-yer eleştiren bir roman. Ana konu aşk olsa da 1980 darbesinin etkisiyle yazılmış kitaplardan biraz daha farklıdır.Aynı dönemde yazılmış kitapların çoğuna bakıldığında cezaevinde yaşananlar,işkenceler,sağcı,solcu ayrımlarının yapıldığı eserlere rastlanırken,bu kitapta mekanlar genelde üniversite ve hikaye aşktır.Kitabın bir diğer özelliği ise sansürlenmiş olmasıdır, kitap müstehcenlikten doyalı ceza almıştır. Mahkemenin verdiği kararla bazı kısımların üzeri çizilmiştir. Karakterler: Necip,Bülent,Fazıla,Ömer,Suat,Dominquez,Misis Perkins ,Zerrin Anlatıcı: 3. Tekil şahıs(gözlemci) ağzıyla yazılmıştır. Romanın dili ve anlatım biçimi: Çok hikayeden oluşan bir roman ve hikayeler arasında bir bağlantı kurulamıyor. Kitabı kafanızda canlandırmanız oldukça zor, beklide bu kitabın bu kadar baskı(18) yapmasının sebebi de budur? Kitap bitene kadar hikaye hakkında bir fikir edinemiyorsunuz. Romanın Türü: Romantik roman Romanın Ana fikri: İnanç,dava,düşünce kavramlarının aşka yenik düştüğünü aslında zamanın da etkisinde kaldığından(1980 darbesi) herkesin yanlış yolda olduğunu anlatmaktadır.

17 Nisan 2014 Perşembe

72-72-DON KİŞOT (Don Quijote)-MIGUELDECERVANTES SAAVEDRA-16.04.2014

Don Kişot (İspanyolca: Don Quixote ya da Don Quijote), İspanyol romancı Miguel de Cervantes Saavedra'nın romanı ve aynı zamanda bu romandaki asıl şahsiyetin adı. 1605 ve 1615’te El ingenioso hidalgo Don Quijote de La Mancha (Marifetli ayan Don Kişot de La Mança) ve Segunda parte del ingenioso caballero Don Quijote de La Mancha (Marifetli şövalye Don Kişot de La Mança'nın ikinci bölümü) olmak üzere iki bölüm halinde yayımlanan roman, İspanyol Altın Çağından bir örnek olarak en akıcı edebi eserlerden biridir ve belki de İspanyol edebiyatına ciddi bir giriştir. Modern Batı edebiyatının en kayda değer kurgu romanlarındandır. La Mancha’da yaşamakta olan 50’li yaşlarındaki emekli bir centilmen olan Don Kişot şövalyeleri anlatan kitaplara takıntılıdır ve yazılan her şeyin doğru olduğunu sanmaktadır. Don Kişot Sancho Panza ve Rosinante ile birlikte umarsızca şövalyelik günleri tasarlarken, etrafındaki insanlar onun yavaş yavaş çıldırdığını düşünür. Dulcinee du Toboso, Don Kişot'un hayalinde canlandırdığı ve onunla birlikte maceralar kurduğu sevgilisidir. Don Kişot, yani Senyor Kesada; halkını, vatanını çok seven bir insan olduğu için olsa gerek Sancho Panza'yı da yanına alarak Don Kişot oluyor. Kitapta da sözü edildiği üzere Don Kişot, mazlumları korur ve de kötülere göz açtırmaz.Fakat her zaman yere yıkılır.

7 Nisan 2014 Pazartesi

71-SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ-AHMET HAMDİ TANPINAR-27.03.2014

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanlarından biridir.1961 yılında yayımlanmıştır. Şiirlerinde sembolist bir dil kullanan Ahmet Hamdi Tanpınar romanlarında gerçekçi ve sosyal sorunlara eğilen bir tarzı tercih etmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü Türk insanının Doğu ile Batı arasında bocalamasını irdeleyen bir başucu romanıdır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, içeriğini ve konusunu romanın karakterlerinden Nuri Efendi (Saat Ustası), Mübarek (Ayaklı ve yaşlı bir İngiliz yapımı duvar saati), Halit Ayarcı ve saat-zaman-insan ilişkilerinden almaktadır. Anlatım, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kendine has simgeci anlatımıyla birleşip, zaman zaman gelişen olaylarla birlikte başkalaşmaktadır. İnsanların popülerliğe ve paraya verdiği önemin, insanların nasıl bir anda yüz değiştirebileceğinin altı çizilmektedir. İki uygarlık arasında bocalayan Türkiye toplumunun yanlış tutumlarını,davranışlarını alaya alan eleştirel bir romandır.Yapıt çocukluğu II. Abdülhamit döneminde geçen, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de yaşayan Hayri İrdal'ın anıları şeklinde kurgulanmıştır.Yalın bir anlatım vardır. Roman dört bölümden oluşmaktadır:Büyük Ümitler,Küçük Hakikatler,Sabaha Doğru,Her Mevsimin Bir Sonu Vardır.

18 Mart 2014 Salı

70-OLIVER TWIST-CHARLES DICKENS-08.03.2014

Oliver Twist, düşkünler evinde dünyaya gelmiş ve yetim kalmış bir çocuktur. Daha fazla yemek isteme cesaretini gösterdiği için düşkünler evinden kovulur ve bir cenaze levazımatçısının yanına girer. Orada da kötü muamele görünce kaçar, ama bu kez de yankesici Fagin ve çetesinin eline düşer. Yeraltı dünyasının acımasız ortamında korkunç Fagin’in pençesinden kurtulmak için akıl almaz serüvenlere atılan Oliver’ı hiç ummadığı bir gelecek beklemektedir... 19. yüzyıl İngiliz edebiyatının en büyük romancısı olarak kabul edilen Charles Dickens, ilk yapıtı Bay Pickwick’in Serüvenleri’nin ardından yayınladığı Oliver Twist’te, dönemin Londra yaşamından yola çıkarak keskin bir toplumsal eleştiriye yönelir. Zenginlerin ikiyüzlülüğünü ve yoksulluğun insan ruhunda açtığı derin yaraları son derece etkileyici bir üslupla betimleyen Oliver Twist, hem bu dünyanın horlananlarının güçlü bir savunucusu hem de sürükleyiciliğini başından sonuna kadar yitirmeyen bir serüven romanıdır.

5 Mart 2014 Çarşamba

69-BABAMIZ-ROY LEWIS-05.03.2014

İlk insanlardan oluşan bir ailenin ateş, mızrak ve evlilik gibi insan nesli için gerekli fakat bir o kadar da korkunç olabilecek şeyleri nasıl bulduklarını ve ne şekilde kullandıklarını anlatan komik bir hikâye. Ayrıca bize ilerlemenin beraberinde getirdiği problemlerin atom çağı ile başlamadığını, 'başkaları tarafından pişirilmeden ben onları pişirmeyi öğrenmeliyim ya da başkaları tarafından yenmeden ben onları yemeliyim' diye düşünülen bir çağda başladığını hatırlattı. Ünlü Fransız biyokimyacı Jacques Monod Sahara'nın ortasında kitabı okurken o kadar çok gülmüş ki üzerinde bulunduğu deveden düşmüş.

27 Şubat 2014 Perşembe

68-BABA (GODFATHER)- MARIO PUZO-26.02.2014

Baba, ABD'li yazar Mario Puzo'nun yazdığı orijinal olarak 1969'da G.P. Putnam's Sons tarafından yayınlanan bir romandır. ABD'ye yerleşmiş Don Vito Corleone'nin reisliğindeki Sicilyalı bir Mafya ailesi ailesinin hikâyesini anlatmaktadır. Roman 1945 - 1955 yılları arasında geçmekte ve Vito Corleone'nin çocukluktan yetişkinliğe kadar geçmişi de irdelenmektedir. Kitabın başlığı ve yer altı dünyasıyla olan ilişkisi tartışma yaratmıştır. Puzo'nun "Godfather - Baba" başlığını bir mafya babasını belirtmek için kullanması onun muhabirlik deneyiminden esinlendiği pek çok yerde karşımıza çıksa bile bu terime ilk defa Mafya'la bağlantılı Joe Valachi'nin 1963'teki Organize Suçlar Üzerine Kongre Kapalı Oturumu'ndaki ifadesinde rastlanmaktadır. Baba ünvanı verilen Vito Corleone'nin soyadı Sicilya'nın Corleone şehrinden gelmektedir. Benzer şekilde Corleone'nin annesinin evlenmeden önceki soyadı Corigliano, yer altı faaliyetleriyle bilinen Calabria'nın Corigliano Calabro şehrinden gelmektedir. Vito'nun dört biyolojik çocuğu vardır: Santino Corleone, Fredo Corleone, Michael Corleone ve Constanzia Corleone. Ayrıca enformal olarak evlat edindiği Tom Hagen Corleone Ailesi'nde "consigliere - danışman" olarak görev almıştır. Vito ünlü bir şarkıcı ve film yıldızı Johnny Fontane'in vaftiz babasıdır. New York'taki beş aile şunlardır: Stracci, Tattaglia, Corleone, Cuneo ve Barzini. Ayrıca New York'un kanlı anlaşmalarla ya da yasal olmayan operasyonlarla ilgilenmeyen ama bu beş aile arasında barışı koruyucu görevi olan Bocchicchio Klanı da vardır. Ülke genelinde on aile daha vardır: Tramonti Ailesi - Florida Zaluchi Ailesi - Detroit Falcone Ailesi - Los Angeles Molinari Ailesi - San Francisco Panza Ailesi - Boston Forlenza Ailesi - Cleaveland Capone Ailesi - Chicago Bocchicchio Ailesi - (Merkezleri belirtilmemiştir) On aileden ikisine değinilmemiştir. 1972 yılında Don Vito Corleone'yi Marlon Brando'nun, Michael Corleone'yi Al Pacino'nun oynadığı ve Francis Ford Coppola'nın yönettiği romandan uyarlama film sinemalarda oynamaya başladı. Mario Puzo senaryo ve diğer produksiyon konularında danışmanlık görevini üstlenmiştir. Yaklaşık 134 milyon $ hasılat yapan ve aralarında üç Akademi Ödülü, beş Altın Küre ve bir Grammy olan pek çok ödül kazanan film bütün zamanların en iyi filmlerinden biri olarak gösterilmiştir. Akabinde çekilen Baba II filmi altı Akademi Ödülü kazanmış ve En İyi Film Oscar'ını alan en iyi devam filmi olmuştur. Film pek çok açıdan benzer olmakla birlikte bazı karakterlerle ilgili geçmişe yönelik belli ayrıntılara yer vermektedir. Bu ayrıntılardan bazıları gerçekten film olarak beyaz perdeye yansıtılımış ve Baba Efsanesi gibi versiyonlarda yer almıştır. Johnny Fontane'in Hollywood'daki yükselişiyle ilgili kısımlar filme dahil edilmemiştir. Romanla film arasındaki en büyük fark romanın daha mutlu bir sonla bitmesidir. Romanda Michael Corleone'in eski eşi ve iki çocuğunun annesi Kay Corleone'nin oğullarının babasının işinin başına geçmesini kabullenmiştir.

13 Şubat 2014 Perşembe

67-MİDAK SOKAĞI-NECİP MAHFUZ-12.02.2014

Midak Sokağı veya Ara Sokak olarak Türkçeye çevrilen , Necip Mahfuz 'un 1947'de yayımlananan ve kendisine Nobel Ödülü kazandıran romanı. Kahire'nin ara sokaklarından birinde ,Midak Sokağı'nda, yaşananları konu alan roman Abbas adlı genç bir berberin sokaktaki kavgacı ve geçimsiz dilber Hamide'ye aşkını anlatır. Gösteriş meraklısı geçimsiz Hamide'ye aşık olan Abbas evlenmek için her şeye hazırdır. İngiliz ordusu nda asker olan arkadaşı Hüseyin Kirşa'nın akıl verişiyle para kazanıp evlenmek için Almanlarla savaşan İngiliz ordususuna yazılmaya karar verip kararını Hamide'ye açar ve nişanlanırlar. Bu arada Hamide daha sonra çıkan bir diğer talip zengin ve orta yaşlı Selim Elvan'la evlenmeyi düşünmeye başladığında Selim Elvan bir kalp krizi geçirerek evlenmekten vazgeçer. Abbas'ı beklemeyi sürdüren Hamide'nin yanı sıra sokakta farklı gelişmeler de eksik değildir. Tüm hızı ile süren seçim kampanyası için siyasetçiler sık sık gelip gitmekte, genç erkeklere duyduğu eşcinsel eğilimler yüzünden Kahveci Kirşa karısı ile kavga etmekte, bir bodrumda yaşayan Zaita dilencilerin yalancı sakatlıkları ile uğraşıp mezar soygunculuğu yapmakta, Hamide'nin annesi bin bir pazarlıkla komşularına çöpçatanlık hizmeti vermektedir. Çevredeki caddelerde gezintilerini sürdüren Hamide, yürüyüşlerinden birinde İbrahim Faraj'la tanışır. İkilinin her gün buluşmaya başlaması ile Hamide, Avrupai giyimi, varlıklı hali, yakışıklılığı, kendinden emin tavırları ile içinden hiç atamadığı hırsı İbrahim Faraj'la tatmin etmekte, İbrahim Faraj ise birkaç hafta sonra müşterilerine pazarlayacağı Hamide'yi kendisine bağlamaktadır. Hamide bir süre sonra İbrahim Faraj'ın gerçek niyetini anlamasına rağmen pis, bakımsız ve kendi güzelliğine yakışmayan sokaktan kurtulup hayallerini süsleyen hayata kavuşmak için ve Faraj'a bağlılığı yüzünden fahişeliği seçer. Birgün sokaktan kaçar ve Faraj'ın evinde yaşamaya başlar. Ordudan dönen Abbas Hamide'nin kayboluşunu öğrenince kendisini yollara vurur ve eski halinden eser kalmayan Hamide ile karşılaşır. Faraj'dan intikam almak için ertesi gün Abbası bara çağıran Hamide'nin tek amacı Abbas'ın Faraj'ı yaralamasını sağlamak ve öfkesini tatmin etmektir. Olay beklediği gibi gitmez. Bara gelen Abbas, Hamide'yi İngiliz askerlerinin arasında görünce deliye döner, eline geçirdiği bir içki şişesi ile Hamide'yi yaralar ve öfkelenen askerler tarafından öldürülür. Zaita ve Doktor Buşi ise yaptıklar mezar soygunlarının birinde yakalanıp hapse atılırlar. Sokak her şeyin üstüne sünger çekmeyi bildiği gibi bu olayları da unutur. Artık herkes yaşananlar hiç olmamışçasına birkaç ay sonra işinin başına döner. Necip Mahfuz'un Midak Sokağı ile aldığı Nobel Ödülü çağdaş Arap edebiyatının en önemli başarısıdır denilebilir. Midak Sokağı, Mahfuz'un yerli malzeme ile hareket etme düşüncesinin zaferidir. Yerel konulara değinmeden ve milli kültürü bir tarafa atarak evrensel olunamayacağını düşünen Necip Mahfuz bu roman için Kahire'de onlarca kahve dolaşmıştır. Kendisine ödül kazandıran yerel kültürün unsurlarına, Arap insanlarına ve doğup büyüdüğü Kahire şehrine duyduğu bağlılığı ise kazandığı ödülü almak için bile ana vatanını terk etmeyerek göstermiştir.

31 Ocak 2014 Cuma

66-BEYAZ KALE-ORHAN PAMUK-31.01.2014

Romanın konusu 17. yüzyılda İstanbul'da geçer. Napoli'ye yapmakta olduğu bir deniz yolculuğu sırasında Osmanlı korsanları tarafından tutsak edilen bir Venedikli İstanbul'a getirilerek köle olarak satılır. Venedikli kölezamanda karşılaşırlar. Henüz Osmanlı çağının gerisinde değildir yine henüz Avrupa Osmanlının çok ilerisinde değildir. Bulundukları coğrafyada desenleri farklı olsa da bilim adamları (bir diğer deyişle soru soranlar, sorularına bilimsel yanıt arayanlar) aynı hurafelerle başa çıkmak zorundadırlar. Hoca'ya göre; "İnsanlar aptaldır, bilime hakettiği önemi vermezler. Bilimden çok hurafeler ilgilerini çeker ve inanırlar." Aslında batı da yaşanan bu dönemde durum çok da farklı değildir. Kısa tutulmuş roman, zekice bir kurguya sahiptir. İnsanlar ve yerler her ne kadar iki yüzyıl öncesinde olsa da, okuyucu -hangi ülke, hangi kültürde yaşarsa yaşasın- bugünü ve bu yeri algılar. Bugünü ve bu yeri algıladıktan sonra Hoca'nın sorusuyla başbaşa kalır "Ben kimim?".

27 Ocak 2014 Pazartesi

65-KİRALIK KONAK-YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU-23.01.2014

yakup kadri karaosmanoğlu 'nun ilk romanıdır. istanbul'da istanbulin devriyle redingot devrini kıyaslayarak, büyük ev hayatının, konak yaşamının nasıl da soysuzlaştığını, terbiyemize kadar nasıl rokokolaştığımızı anlatarak başlar yazar hikayesine. sonra naim efendi'den, kızı sekine hanım ve damadı servet bey'den, torunları cemil ve seniha'dan, konaktan eksik olmayan arkadaşları faik bey'den bahseder. servet bey, cemil, seniha ve faik bey, avrupa modaların peşinde koşan alafranga-züppe tipler olarak tasfir edilir. naim efendi ise eskinin temsilcisidir. lüks tüketim içinde, har vurup harman savurarak, alafranga adetler içinde yaşamlarını geçiren torunlarının karşısında naim efendi bir "fosil" gibidir. akrabaları olan hakkı celis ise romanda ideal karakter olarak karşımıza çıkar. şiir ve felsefeyle içli dışlı olan, hisli, içine kapanık, seniha aşığı bu genç adam, romanın sonunda da milli kimliğin temsilcisi haline gelir. bir dönem romanı olan kiralık konak'ta değişen adetleri, çözülen gelenekleri, yeni alafranga yaşam tarzını, apartman hayatını görürüz. bir yandan memleket savaşın eşiğindedir, balkan savaşlarının ardından i.dünya savaşı kapıdadır ve en sonunda da gelip çatar. ama diğer yandan savaşa aldırmayan, kendi gündelik dertlerinin, çıkarlarının peşinde koşuşturan avrupa özentisi bir sınıf peydah olmuştur. bu sınıfın temsilcileri savaş sırasında da "harp zengini" olurlar. para yapıp bir an evvel avrupa'ya kaçmayı hayal ederler.

64-YABAN-YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU-18.01.2014

Yaban, Türk edebiyatında aydın-halk arasındaki uçurumu açık ve kaygıdan uzak şekilde ele alan nadir romanlardan biridir. Yaban, Yakup Kadri’nin zincir romanları içinde bir yerde düşünülebilir ama farklılığı bu zincir içinde ilk defa Anadolu’dan bir bakışın romana hakim olmasıdır. Roman 1. Dünya Savaşı yıllarından başlayarak Sakarya Meydan Muharebesi'ne kadar olan zamanı kapsar. İç Anadolu Bölgesi'nde Porsuk Çayı civarında bulunan bir köyde yaşanır. Ahmet Celal bir İstanbul çocuğudur ama Anadolu’nun bambaşka bir gerçeğini anlatır; alabildiğince fakirlik ve bunun verdiği daha büyük bir ruhsuzluk.

16 Ocak 2014 Perşembe

63-GECE SESLERİ-AYŞE KULİN-16.12.2014

Dört kuşağı içine alan anne-kız ilişkileri, aile içi çatışmalar, sık tekrarlanan askeri darbelerin değişik kuşaklar üzerindeki izleri… Geçmiş araştırılırken ortaya çıkan sırlar, ertelenmiş, söylenmemiş sevgi sözleri, dolayısıyla pişmanlıklar… Kulin, Egeli büyük bir ailenin 40′lı yıllardan başlayarak günümüze kadar gelen öyküsünü anlatıyor.

14 Ocak 2014 Salı

62-GENİŞ ZAMANLAR-AYŞE KULİN-14.01.2014

Geniş Zamanlar, Ayşe Kulin'in 1998 yılının Ağustos ayında yayınlanan öykü kitabıdır. Kitaptaki ilk üç öykünün konusu birbiriyle bağlantılıdır. Kitabın konusu hayatın içindendir, günümüz Türkiye'sinde görülebilecek ya da görülmüş olduğunu düşündüğümüz öyküleri Ayşe Kulin bu kitabında yalın ve güzel bir Türkçeyle okuyucularla buluşturmuştur. Kitabın son hikâyesinde de Ayşe Kulin'in hayatından güzel bir öykü yer almaktadır. Kitap daha sonra televizyon dizisine çevrilmiştir. Kitapta yer alan öyküler: Geniş Zamanlar Dar Zamanlar Son Zamanlar Mastektomi Çıkmaz Sokakta Yürümek Spassibo İstanbul

13 Ocak 2014 Pazartesi

61-MAÇA KIZI-ALEXANDER SERGEYEVİÇ PUŞKIN-13.01.2014

Narumovların evinde bir kumar partisinin sonuna doğru yaklaşılırken ilginç bir konuşma dikkat çekiyordu. Tomskiy: “…Ninem üç kağıt çekip, peş peşe bunları çıkarmış.” diyerek bir şeyler söylenip duruyordu. Konuklardan biri: ” Rastlantı!”diye haykırmıştı ki, o sırada kumara olan ilgisini asla kaybetmeyen ama oynayan insanları sabahtan akşama kadar sadece izleyen ve “Daha fazlasını kazanacağım diye zorunlu olanı elimden çıkarmanın bir anlamı yok!” diyerek oynamaktan uzak duran Hermann, âni bir çıkış yaptı: “Palavra!” Kumar gecesi bitmişti ve herkes evine dönüyordu bu ilginç olayın gölgesinde. Garip bir rastlantı olmalı bu diyordu kimileri. Kimileri ise belki kâğıtlar işaretliydi diyordu. Ama hepsinin aklını tek bir soru kurcalıyordu. “Kumardaki bu üç garantili kağıt hangisiydi ve Tomskiy’in Ninesi bu gizi acaba birine söylemiş olabilir miydi?” Tomskiy’e göre kesinlikle gizini kimseye söylememişti ve sırf büyük bir kaybı kapatmak için oynadığı o kazançlı kumar gecesinden sonra, elini bir daha asla kâğıtlara sürmemişti. Hermann’ın aklını kurcalayanlar ise garantili olarak kumar oynamak ve sonucunda kesinlikle kazanmakla ilgiliydi. Uzun bir zaman geçmemişti ‘o gecenin’ üstünden. Hermann, hâlâ rahat bir yaşam için hazır paranın hayalini kurarak sokaklarda dolaşıyordu ki, görkemli bir evin önünde dururken, şaşkınlıkla kapıdaki bekçiye bu evin kime ait olduğunu sordu. Bekçi: “Kontes’e ait.” dedi. Bu Kontes, Tomskiy’nin Ninesi oluyordu. Hermann içinin titrediğini hissetti. Kazanacağından çok emin olduğu o üç kâğıdı öğrenmek istiyordu. Paraların ve altınların hayaliyle o eve yaklaşmaya başladı. Eve iyice yaklaşmıştı ki, pencerelerden birinde, galiba bir kitaba ya da bir işe eğilmiş kara saçlı bir baş fark etti. Baş dikeldi. Hermann, bir yeniyetmenin yüzüyle bir çift kara gözü ayrımsadı. İşte bu an Hermann’ın kaderini yazdı. Lizavetta İvanovna, Kontes’in küçükken evlatlık olarak almış olduğu ve pek de iyi davranmadığı genç bir hanımdı. Hermann’ın onu gördüğü sırada elindeki işle uğraşarak zaman öldürmeye çalışıyordu. Hermann’ın onu görmesi üzerinden epey bir vakit geçmemişti ki, Lizavetta İvanovna’da onu fark etti. Hermann gözlerini onun penceresine dikmiş öylece bakıyordu. Önceleri pek aldırış etmediği bu bakışların uzunca bir süre eve doğru ve dolayısıyla penceresine doğru kilitlenmesi garip gelmişti Lizavette’ya. Bu gariplik ise daha sonraları sevilebilme umuduna dönüşecekti. Eh tabii Hermann’ın eline düşmüş olan bu genç bayanın kurtuluşu pek kolay olmayacaktı. Kitap, Puşkin’in çoğu eserine özgü olan yalın anlatımı çok iyi bir şekilde açıklamamıza yardımcı oluyor. Puşkin’in anlatmak istediği ne ise, bunu; gereksiz ayrıntılara girmeden ve hiçbir şekilde konuyla ilgisi olmayan insanların ve mekânların betimlerini yapmadan yazıya dökmesi gerçekten insanı rahatlatıyor.

8 Ocak 2014 Çarşamba

60-ALAYCI KUŞ-SUZANNE COLLINS-11.01.2014

Alaycı Kuş (Orijinal adı: Mockingjay), The Underland Chronicles serisinin yazarı Suzanne Collins tarafından yazılan bilim kurgu serisinin üçüncü ve son romanı. Serinin ilk kitabı olan Açlık Oyunları, 14 Eylül 2008'de basıldı. Birçok ülkede en çok satanlar listesine giren kitabın arka kapağında Stephenie Meyer ve Stephen King'in görüşleri yer almaktadır. Bu kitabın devamı olan ikinci kitap Ateşi Yakalamak Eylül 2009'da, üçüncü kitap olan Alaycı Kuş ise Eylül 2010'da satışa sunuldu. Katniss, Çeyrek Asır Oyunundan sapasağlam kurtulur ve daha önce Capitol tarafından yok edildiği düşünülen 13. Mıntıka'da gözlerini açar. Katniss, arkadaşı Gale'in dediklerine çok üzülür. Çünkü Gale ona 12. Mıntıka'nın tamamen yok edildiğini söylemiştir. Gale'in kurtardığı 1000 kişiye yakın grup, 13. Mıntıka'ya getirilmiştir. Katniss, annesini ve kız kardeşini görmenin mutluluğunu yaşasa bile; Çeyrek Asır oyunlarında kurtarılamayan Peeta Mellark ve Capitol'ün ateşleri arasında kalan 12. Mıntıka'ya üzülmüştür. Diğer mıntıkalarda da isyan başlamıştır ve büyük isyanın fitili ateşlenerek Capitol'e kadar ulaşmıştır. Katniss bundan sonrasının çok daha zor olduğunun farkına çok sonra varacaktır. Peeta, Capitol tarafından esir alınmış, zihni üzerinde değişiklikler yapılmıştır. Katniss bunu çok acı şekilde öğrenecektir. İsyan ateşi sanıldığından daha fazla insanı yutacaktır. Her zaman olduğu gibi devrim ilk önce kendi çocuklarını tüketmeye başlayacaktır.

3 Ocak 2014 Cuma

59-ATEŞİ YAKALAMAK-SUZANNE COLLINS-07.01.2013

Ateşi Yakalamak, Yeraltı Günlükleri Serisinin yazarı Suzanne Collins tarafından yazılan bilim kurgu serisi Açlık Oyunları'nın ikinci romanıdır. 2008 yılı bestseller kitabı olan açlık oyunlarının devamı olarak, hikaye Katniss Everdeen ve kurgusal ve fütüristik ülke olan Panem'in hikayesi olarak devam ediyor. Bir önceki romandaki olayların devamı olarak, baskıcı Capitol'a karşı isyan başlamış ve Katniss ve haraç dostu Peeta Mellark Açlık Oyunları'nın özel bir versiyonu için arenaya dönmeye zorlanmışlardır. Kitap 1 Eylül 2009 tarihinde basılmıştır ve arkasından elektronik kitap ve sesli kitapları piyasaya sürülmüştür. Kitabın filmi ise 22 Kasım 2013 tarihinde vizyona girmiştir. Ateşi Yakalamak bir zamanlar ABD ve Kanada'nın yer aldığı, Panem olarak adlandırılan kurgusal bir ülkede geçmektedir. The Capitol, baş şehir ve hükümetin bulunduğu Kayalak Dağları(Rocky Mountains) olarak adlandırılan bir bölgededir. Katniss'in evi olan Mıntıka 12, Appalachian bölgesinde kömürce zengin mağden yataklarının olduğu yerdedir. Toplam olarak 12 Mıntıka bulunmakla beraber, bir zamanlar Capitol'e başlattığı isyan sonrası yok edilen mıntıka ile toplam 13 mıntıka vardı. Açlık Oyunları her yıl oyunları için özel olarak inşaa edilmiş bilinmeyen bir yerde düzenlenmektedir. 74. Açlık Oyunları'nı kazandıktan sonra Katniss ve Peeta, Panem ülkesinin en yoksul bölgelesi olan 12. Mıntıka'ya geri dönmüşlerdir. Katniss ve Peeta Panem şehrindeki Zafer Turu'ne başlamaya hazırlanıyorlardı fakat oyunları kazandıklarından ve Peeta Katniss'e olan duygularını serbest bıraktıktan ve Katniss akıl hocaları Haymitch Abernathy istediği gibi abartılı bir şekilde karşılık verdiğinden beri konuşmamışlardı. Katniss, 12. Mıntıka'ya dönüşleri üzerine Gale'in kendisini öpmesinde olduğu gibi, Peeta ve Gale olan duygularını anlamakta zorlanıyordu. Katniss'in tam ayrılacağı gün Başkan Snow Katniss'in evine geldi ve ona Panem'in insanlarını, Peeta ile olan aşkalarını ikna etmek zorunda olduğunu söyledi çünkü Oyun'lardaki intihara girişimlerinin aşktan çok Capitol'e başkaldırı olduğunu düşünen insanlar arasında huzursuzluk başlattığını söyledi. Dolaylı olarak Gale ve Katniss'in ailelerini tehdit etti. Zafer Turu'nun ilk durağı, ölmeden önce Katniss'in arkadaşı ve müttefiki olan Rue'nun evi olan 11. Mıntıka idi. Seromoni sırasında Katniss ve Peeta 11. Mıntıka halkına ufak bir konuşma yaptılar, onlara verdikleri ekmekten dolayı teşekkür ettiler ve Peeta Rue ve Thresh'in(11. Mıntıka'nın kurbanları) ailelerine kendi kazanç payından vermeyi önerdi. Konuşma sona erdikten sonra, yaşlı bir adam eskiden Rue'nun Katniss'e güvende olduğunu belirttiği ıslığı çaldı. Islık bir işaret gibi davrandı ve herkes Katniss'i, onun Rue'ya veda ederken yaptığı işaretin aynısı ile selamladı. Ancak yaşlı adam vurularak öldürüldü ve Capitol turun geri kalan kısmında herhangi bir kişisel konuşmanın yapılmasını reddetti. Daha sonra Katniss ve Peeta tüm mıntıkalar ve Capitol boyunca turlarına devam ettiler. Katniss Peeta'yı aşklarının önemini vurgulamak zorunda oldukları konusunda bilgilendirir ve Peeta yanıt olarak, röportaj sırasında Katniss'e evlenme teklif eder. Buna rağmen, Katniss, mıntıkalar boyunca isyanı bastırma ve Snow'u ikna etme çabalarının başarısız olduğunu haber alır. 12. Mıntıka'daki kutlama yemeğinde Katniss, 8. Mıntıka'daki şiddet içeren ayaklanmayı ve bunun sonucunda Barış Gücü'nün pek çok sivili öldürdüğünü gösteren gizli TV yayınını görür. Bu olaydan sonra 12. Mıntıkada güvenlik kitlesel olarak sıkılaştırıldı ve Barış Gücü görevlileri yerlerini aldılar. Gale Barış Gücü'nin yeni lideri tarafından, avlandığı için kırbaçlanmış ve 12. Mıntıka'nın çevresini saran tellerdeki elektirik, Katniss'in kaçmasını ya da avlanmasını engellemek için devreye sokulmuştur. Buna rağmen Katniss ormana kaçmış ve 8. Mıntıka'dan gelen iki tane kaçak ile karşılaşmıştır. 13. Mıntıka'nın aslında Capitol tarafından yok edilmediği, sakinlerinin yer altına gittikleri ile ilgili bir teorilerini Katniss ile paylaştılar. Eve döndüğünde, Cinna ve stilisti düğün çekimlerine Kantniss'i hazırlamak için hazır bekliyorlardı. Stilisti Katniss'e, kendisinin önderlik ettiği ayaklanmanın Panem boyunca yayıldığını ve Capitol'e giden malzemelerde aksama olduğunu anlattı. Başkan Snow her çeyrek yüzyılda bir düzenlenen açlık oyunlarının özel versiyonda, 75. Açlık Oyunları için oyunları kazanan haraçların sağ kalanları arasından birer haraç seçileceğini duyurmuştur. Katniss 12. Mıntıka'nın kadın haracı olarak, Haymitch ise erkek haraç olarak seçilmiş fakat Peeta Katniss'i korumak için gönüllü olmuştur. Capitol'e vardıklarında Peeta ve Katniss tüm mıntıkalardan gelecek olası düşmanlara göz gezdirdiler. Katniss Açlık Oyunlarını 14 yaşında kazanmış olan, 24 yaşındaki Finnick Odair ile ve Finnick'in 80 yaşındaki akıl hocası Mags ile tanışır. İkiside 4. Mıntıka'dan gelmektedirler. Aynı zamanda 3. Mıntıka'dan yaşlı Beetee and Wiress çiftiyle karşılaşır. Kendilerinin sıra dışı zeki ve elektornikle çalışmaya uyum sağladıkları söylenmektedir. Oyunlar, kubbe şeklinde şekillendirilmiş ve etrafı minyatür bir denizle çevrilmiş ufak bir adada geçmektedir. Cornucopia adanın ortasında yerleştirilmiştir ve adada ormanlık bölge bulunmaktadır. Oyunlar başladıklarında Peeta ve Katniss, kendilerini Finnick ve Mags ile doğal bir ittifak içerisinde bulurlar. Arenanın çevresini öğrenmek istediler fakat Peeta'nın kalbi durdu. Şansları yanlarındaydı çünkü, Finnick ona kalp masajı yapabilecek kadar eğitimliydi. Gece yarısı, yıldırım yakınlarındaki bir ağaca çarptı ve bir saat sonra oyun yapımcıları grupların olduğu bölgeye zehirli bir duman saldı. Duman kaslarda spazma sebep oldu ve Katniss Mags'i, Finncik ise Peeta'yı taşımaya çalışırken koşmalarını önledi. Katniss Mags'i taşıyamadığı için, kendisini feda etti, böylelikle diğer üçü kaçmayı başarabildi. Mags'in ölümünden sonra bir grup mutant maymunun saldırısına maruz kaldılar ancak, &. Mıntıka'dan gelen kadın haracın Peeta'yı kurtarmak için kendini feda etmesi sonucu kurtuldular. Katniss, Peeta ve Finncik küçümseyici ve çoğu kez zalim olan 7. Mıntıka'nın kalibi Johanna Mason güçlerine katılırlar. Grupta sakat Beetee ve şoka girmiş, sürekli olarak tik tak şeklinde sayıklayan Wiress bulunmaktadır. Wiress'in sözlerinden Katniss adanın saat şeklinde tasarlandığını ve oyun yapımcılarının felaketlerinin yıldırım sinyali ile harekete geçen zaman çizelgesine göre meydana geldiğini farketmiştir. Cornucopia merkezinde toplandıkları sırada kariyerler gruba saldırmış ve Wiress'i öldürmüşleridir. Mücadele oyun yapımcıları bölgeyi değiştirerek, savaşı kısa sürede sonlandırmışlardır. Beetee areanın aydınlatmasındaki elektriği, kalan kariyer haraçları üzerinde kullanabileceği bir plan hazırlar. Geceleyin grup plan için ayrılır ancak kalan haraçlardan tarafından bağımsız olarak saldırıya uğrar. Katniss kendinden geçmiştir ve takipçisi Johanna tarafından kaldırılmıştır. Daha sonra Johanna Katniss'den uzaktaki geriye kalan iki haraca liderlik etmiştir. Yaralanan Katniss, Beetee'ye rastlar, tele bağlı bir bıçak tutmaktadır ve planladıkları gibi teli korumakalkanına yönlendirmiştir. Katniis teli bir oka bağlar ve korumakalkanını kontrol panelini hedef alır ve sonucunda kısa süreli felç geçirir. Uyandığında, var olduğunu düşünmediği 13. Mıntıka'ya götürülmüştür. Finnick, Beetee, ve Haymitch'e katılır. Fakat Johanna ve Peeta Capitol tarafından esir alınmıştır. Katniss oyunların başından beri, birçok haracın, Haymitch'in ve gizlice Capitol'e karşı olan baş oyunkurucu Plutarch'ın arasında Katniss ve Peeta'yı arenadan kaçıracak gizli bir plan olduğunu bilmekteydi. Katniss'in görüntüsü, oyunları boyunca neredeyse tüm mıntıkaralara yayılan isyanın sembolü olmuştur. Tüm haraçlar kendi yaşamları pahasına Katniss'i hayatta tutacaklarına dair ittifakta bulunmuşlardır. Kitap, Katniss'in en yakın arkadaşı Gale'in Katniss'in ailesi ile beraber kaçmasına rağmen, 12. Mıntıka'nın bombalandığını ve tamamen yok edildiğini haber vermesi ile biter.